‘nazan bekiroğlu başlarken’ olarak etiketlenmiş yazılar

Başlarken

Pazar, 17 Mayıs 2009

 Başlarken

Nakkaş döndü dolaştı, yine aynı bahçeye geldi.Nakkaşın zamanı geniş, İstanbul’un lâle devrine kıyısından köşesinden yetişti. Bir nisan vakti, cübbesinin yenlerini rüzgâra vere vere, bahçelerinden bir son gün telâşıyla geçti. Tarhlarını, yollarını, manzarasını, göklerini seyretti.
Bir suyun derinliğinde lâle gölgeleriyle yüz yüze geldi. Her bir lâle dalında kendi kendisini devretti, bambaşka bir görüntüde resmetti. Yapraklarının sathında hatmetti. Renginde ezber, biçiminde şerh etti. Her bir kıvrımından geçmişe dair bir yol açıklığı, geleceğe bakan bir göz aydınlığı diledi. Her birini yeni baştan tanıdı. Bir tanışlık bıraktı kendisinden. Bir merhaba aldı. Unutmuştu, hatırladı.

Şeb-i yeldaların önünde siyahın tekinsizliğini yorumladı morla. Beyaz bir lâlenin gölgesinde bütün bir şehri akladı. Alev almış ruhsâr-ı güllerin ağzına emanet etti olanca hevâ ve hevesini. Ne varsa içinde karanlık bir çığlıkla savurdu, bir heceye sığdırdı ömr ü âhını, göklere saçtı külünü, alevini.

Aynı bir harfe döner gibi döndü lâle münhanilerine. Mızraklı bir İstanbul lâlesinin önünde bir hikâyeye tam da yaprağın koptuğu yerden eklenebilirdi. Ama yo! Zamir o zamir değil, bir daha o eski kelimeleri ağzına almamaya yemin etti. Bir yılan gömleğini sıyırır gibi sıyırdı sırtından bütün kimliklerini, sıyırdı cübbesini. Sonra döndü bir lâle kadehinin etrafında bin bir kere, sema etti. Bıraktı kendisini okumayı, kendisinden de isimlerinden de geçti.

Kendisini bundan böyle nakkaş bildi, o isimle bir göründü bir kaybolmadı. Ölmemişti dirildi.

Bir de: Zaman, kendisini bile eskitir. Bütün vaveylasına rağmen lâle sadece bir haberdir, devri gelip geçicidir. Devir her daim gül devridir. Çünkü bir tek o yedi verir. Nakkaş kendisine yepyeni bir kimlik biçerken ilk kez bunu bildi.

Gerisi umulur ki kendiliğinden gelesi…

Aynı gün, aynı köşe.

Görece bir avuntuyla gözlerimi kapasam her şeyin bir saat gibi, durduğu yerden işlemeye başladığını sanacağım. Neredeyse bu dünyada da zamansızlığa inanacağım.

Bu köşeden sessiz sedasız ayrılıp kendi köşeme çekilirken geçerli tek mazeretim haftalık düzene ayak uyduramamışlığımdı. Düz cümlelerin gündelik lisanına sığdırmayı bir türlü başaramadığım yazıların her hafta çıkarılması büyük bir iç emek gerektiriyordu ve yazı da her zaman kendiliğinden gelmiyordu. Yazıyı kendi gidişime uydurmak değil ama kendimi yazının gelişine bırakabilmek için bir vedaya değilse de ayrılığa evet demek mecburiyetinde kalmıştım o zamanlar. Üzerinden yıllar geçti.

Zorunlu olmadan yazmak büyük bir ayrıcalıktı zannımca. Öyle de oldu ilk zamanlar. İstediğim vakit yazmanın, istediğim kadar yazmanın tadını çıkardım doya doya. Araya kitaplar girdi. Sevinçler. Şaşkınlıklar. Kırıklıklar. Yıkımlar. Kısacası hayatın ta kendisi ve onun yazıya vuran ya da vuramayan yorumu, gölgesi, silüeti, benzeri vesairesi.

Fakat geçen zaman içinde, kitabın kesmediği bir hızı fark edip de içimden geçip giden onca cümleyi sıcağı soğumadan, kısa menzilli bir yol aralığında paylaşmak istediğimi fark ettiğimde özledim en çok da bu pazar köşesini. Eskimeden, tükenmeden, hayatiyetini yitirmeden. Oysa öyle çok cümle yitirdim ki.

En çok da yazarını sahiplenen, ona her yazarı mutlu edebilecek bir etkileşimi yaşatabilen Zaman okurunu özlediğimi itiraf etmeliyim şimdi. O ki beni Zaman’sızlığımda bile yalnız bırakmadı. Gönül bağımız süre gitti. En çok da bu nedenle galiba, bir kez daha evet dedim.

Benim içim belli olmaz gerçi. Tembellik edip de pazar yazısını cumartesi öğle evveline sıkıştırdığımda, vakit daralıp da nefesim sıkıştığında kendime yeniden küsebilirim. Bazı haftalar eğer yazı “gelmezse” kaçamak da yapabilirim. Çok bunalırsam yeniden fasıla isteyebilirim.

Ama şimdi buradayım.

Uzun zaman evveldi. Bu sütunda yayımlanan son yazımda “Bu bir veda değil ama ayrılık” demiştim, sütun sonuna not düşülmüş belli belirsiz bir cümleyle. Ya da benzer bir şey, belki tam tersi.

Ama o cümleyle kastettiğim her ne idiyse sonu vardı.

Sonu geldi.