ALPHAN, Zeynep; “Aşkın ateşin ve Yazının Simyacısı Nazan Bekiroğlu”, Turuncu, Mayıs 2003, sayı 1,(İsimle Ateş Arasında)

(Bu söyleşi, sitemizde, Turuncu Dergisi’nden Zeynep ALPHAN‘ın katkılarıyla yayınlanmaktadır.)

Dengeden filan bahsetmeyeceğim, denge burada sevmediğim kelime. Aşksa aşk, akılsa akıl. Teslimiyet kurtarır. Arada kalmışlık yakar kül eder. Aşkın lisanında geçerli akçe teslimiyet. Sıddiyk Ebubekir’i düşünsenize. “O diyorsa doğru diyordur” teslimiyeti. Fakat isimle ateş arasında kalanın daima fakatları var ve ipler hep burada kopuyor zaten.

“Nazan Bekiroğlu… 3 Mayıs 1957, Trabzon doğumlu. Dört yıllık üniversite hayatı hariç  hep  bu kentte yaşadı.  Bulut. Deniz. Yağmur. Türk Dili ve Edebiyatı eğitimini Erzurum’da aldı. Kar. Rüzgar. Ova. Halide Edip’le doktor, Nigar Hanım’la doçent. Şimdilerde KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi’nde Profesör. Suyun kıyısında. İki kız çocuğuna anne. Görünürdeki hayatı bundan ibaret.”

Nazan Bekiroğlu, aşkların devletlerin, yeniçerilerin, hattatların, nakkaşların ‘yazıcı’sı. Numanların, Yusufların, Züleyhaların, Nigarların, Nihadelerin ‘yazıcı’sı. Aşkın yazıcısı, ateşin, suyun, mavinin, ismin, kokunun, aherlenmiş kağıtların yazıcısı. Yüzyıllar öncesi ruhunun ‘taşıyıcısı’. O sadece bir yazar değil. Bir türlü ismini koyamadığımız o duygunun, acıtan, kanatan, olgunlaştıran, belki de bozan, yıkan, yakan, devletleri yok eden, aşkları bitiren o duygunun ‘anlatıcısı’. O eksikliği, o muhtaçlığı anlatan yazıcı. Bir yazar-anne-kadın olarak Nazan Bekiroğlu, aşktan bu yüzyılda bile hala umutlu. Çünkü ona göre, aşkın problemi, devirle, dönemle ilgili değil. Bekiroğlu’ya soracak o kadar çok şey vardı ki, biz de en kıyamadıklarımızı seçtik…

-Mavi, filbahri, hattat… İlk aklınıza gelen sözler nelerdir? Mavi nedir sizce, filbahri, hattat?

Mavi: Suya yakamoz bırakan mavi yıldız, bir benim gördüğüm ve dahi bir benim kaybettiğim. Bütün yazdığımın macerası onu gördüğüme dair bir onay mesajı alabilmek: “Doğru evet, vardı ve sen onu gördün”, bunu duyabilmek.

Filbahri: Uzak, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar, ezel kadar uzak ve çok yakıcı bir hatıra.

Hattat: İncecik, dal gibi, fidan gibi bir siluet, karanlıktan gelip yine karanlığa karışıp giden.

-Aşkların mı yoksa devletlerin mi ömrü daha uzun sürer?

İkisinin de doğması, büyümesi ve ölmesi var, Doğması büyümesi ve ölmesi olmayanı unutmasın insanlar diye böyle.

Şu anda Osmanlı döneminde yaşıyor olsaydınız, hangi konumda, kim olmak isterdiniz?

Bu, benim öğrencilerimle oynadığım bir oyun. Genellikle Tanpınar derslerinde oynarız bu oyunu. Bir zaman makinesi icad edilse nereye, ne zamana gideriz? Her biri arzularını sıralar. Sonra bana sorarlar, ya siz hocam? Ben, Osmanlı tarihi ile sınırlarsak, tek zamanla yetinemem çok zamana gitmek isterim. Evvela Kuruluş olarak adlandırılan döneme gitmek istediğimi söylerim onlara. Bu arzum son senelerde belirginleşti, özellikle isim-ateşin yazılma sürecinde. Bozkır yangınından, o sertlikten öyle serin öyle zarif, öyle hatırlatıcı bir rüzgar geçiyor ki, ürpertici. Kıraç toprakla yağmurun buluşması ve bir benzeri daha olmayan yakışması gibi. Ayrıca on altıncı asır ihtişamı. Kanuni, Sinan, Süleyman. Tabii bir de Hürrem. O zamanı da solumak isterdim. Fakat bütün bunların dışında öyle bir dönemi var ki Osmanlının, ikindi güneşi. Trajedi. Ne çare kader! On yedinci ve on sekizinci asırlara gitmek isterdim. III. Mustafa. Fazla bir şey değil; bir şubat akşamüzerinde Boğaz’ın sularına yakın bir yerlerde, gemilere de yakın olsun, gökyüzü gri hatta kurşuni olsun. Ben Üsküdar’da olayım. Ayazma camiine yakın olayım. Kar aniden tane tane yağmaya başlasın. Rüzgar dondurabilir mahzuru yok. Ama bütün bunları yaşarken yanımda yirmi birinci asra ait bilincim de olsun. Yani bu akılla, bu bilinçle bütün bunlar olsun. Yoksa on yedinci asırda yaşayan bir yirmi birinci asırlı olduğumu bilmezsem, yaşadığımı nereden bileceğim? Tanpınar derslerimiz de genellikle zaten bu cümleyle biter. Ve öğrencilerime bilinç olmazsa hiçbir şey de olamayacağını ikaz ederim. Örneğin biz şimdi, bir zaman makinesi icad edilmiş de yirmi birinci asra gönderilmiş yirmi dördüncü asırlılar isek? Ve bunu bilmiyorsak? Ne olacak o zaman? Bu hayal sonsuz açılımlarla süre gider. Örneğin bugünkü giysilerimizle, zahirimizle Topkapu’nun kapısında zuhur ettiğimiz anda hâzirûnun (ki her halde kapıcılar, yeniçeriler, halk ve belki sarayından çıkmak üzere olan padişah olur hâzirûn dediğim) tepkileri de hayalin en ölümcül parçasını oluşturur.

“Hepimizin gördüğü kendi aynamıza düşürdüğümüz birer yansıma.”

-Sizce günümüzde Osmanlı yeteri kadar biliniyor mu?

Hayır tabii ki. Hiç kimse yeteri kadar bilemez. Hepimizin gördüğü kendi aynamıza düşürdüğümüz birer yansıma. Tarihin gördüğü Osmanlı da buna dahil. Ama yansımayı önemsemeli. Görüntünün sahibine nisbeti vardır. Bu yüzden tarih bütün inanılmazlığına rağmen çok önemli. Daha doğrusu tarihten çok tarihin felsefesi bana önemli geliyor çünkü tarih eğer bir bilinç doğuramıyorsa gelecek için bir faydası yoktur ve o bilinci tarih felsefesi doğurur.

Geçmişi yitirdik mi? Yok olan tarih mi, yoksa biz miyiz?

Geçmiş bir yandan yitirilir ama bir yandan da yeniden kurula durur. Biteviye. Böylece biz baktığımız yerden bireysel ya da toplumsal ölçekte geçmişi yeniden, işimize geldiği gibi, ihtiyaçlarımıza uyacak şekilde kurar dururuz. Cumhuriyetin ilk yılları aydınının geçmişte görmek istediği şey ile günümüz muhafazakâr aydınının, hatta muhafazakâr olmayan aydının da, geçmişte gördüğü şey aynı değildir.

“Filbahri kokusunu en çok seviyorum. Ama bu çok acı. Çünkü tanıyamıyorum.”

-Devletlerin kurulma yükselme ve çöküş dönemleri vardır. Eğer aşklar da devletler gibiyse ve her aşkın bir başlangıç ve bitiş noktası varsa, aşklar da devletler gibi o bitiş noktasında sona erer mi? Yoksa bu bitiş ilahi aşka kanatlandığında bir başlangıç sayilabilir mi? Yani kaybedenler aslinda kazananlar midir?

Her kaybeden değil ama bazı kaybedenler kazananlardır elbet.

-Sizce kokuların önemi nereden geliyor? Her insanı tanımlayan bir koku var mı ve sizin kokunuz hangisi?

Kokuya dair düşüncelerimi, daha önemlisi hissettiklerimi ve ona yüklediğim anlamı isim-ateşte geniş biçimde paylaştım. Ezel meselesi benim şu dünya âlemi anlamak için dört elle sarıldığım kavram. Araf 172. Başka türlü şu parça pürçük aklımla altından kalkmam mümkün olmadı, kalbim okyanus kadar olsa da “bu böyle”. Koku, ezel hatırası olduğunu hissettiğim manada beni ilgilendiriyor. Hatırladığım doğrudur. Ama bu kadar kuvvetle hatırladığım ama bir türlü tanıyıp da adını koyamadığım şey nedir? Bir de tabii o meşhur hadis. Bunlar çok önemli şeyler. Kadın, koku ve namaz. En ucuz esanslar dahil bütün güzel kokuları seviyorum. Suyu hatırlatan mavi kokuları çok çok seviyorum. Ama filbahri kokusunu en çok seviyorum. Ama bu çok acı. Çünkü tanıyamıyorum.

Yazılan her yazı bir sonrakini getirir ‘yazıcı‘ için. Hep eksik kalan bir şeyler vardır. Bu yüzden tekrar başka yazılarda vücut bulur ‘yazıcı‘. Siz ‘İsimle Ateş Arasında’ kendinizi tamamladığınızı hissediyor musunuz? Yoksa Numan’ın öyküsü sürecek mi?

Numan’ın öyküsü sürecek mi? Bu güzel. Eğer kastettiğiniz şey benim anladığım şeyse çok güzel bu soru. Anladım ki ırmaklar denize kavuşmayınca sükunet olmazmış. Numan’ın öyküsü sürecek, adı Numan olmasa da ve yazıcı her yazdığını yazmazsa öleceğini zannedecek, sonra yazdıktan sonra hiçbir şey yazamamış olduğunu fark edecek, yazdıklarını ve şimdilerde garip bir saplantıyla -biri hariç- bütün okuduklarını yakmayı arzu edecek. Sular durulacak gibi görünmüyor. Hem kim bilir belki Nihade’nin de okumadığımız bir beşinci defteri vardır bir köşede!

“Numan acısına isim koyabilseydi daha az yanacaktı.”

Hayatımıza giren ve bize acı veren şeylere bir isim bulabildiğimiz için mi acı çekeriz? İsmi olmayanın acısı da olmaz mı?

Ben tam tersini düşünüyorum. Belki Numan ile en çok benzeştiğim nokta ve bütün yazıcılar gibi beni de şair kılan nokta hali isimlendirme isteğimiz. Hali isimlendirdiğim an benim acım azalıyor. Çünkü isim kelamın sahası o da aklın. Böylece cinnetten şuura gerçekleştirilen bir sıçrama sahibini koruyor. Söylemiştim, intihar Werther’in payına düşer Goethe yazar kurtulur. Belki içimde şairlere yönelik büyük saygıya rağmen tetik duran bir noktanın varlığı da bu bilgiden kaynaklanmaktadır. Cinnete talip dahası mecnun olanın şiirle işi olamaz. Ezcümle Numan acısına isim koyabilseydi daha az yanacaktı. Ama o ismi bulamadı ve yandı gitti.

“Aşkın lisanında geçerli akçe teslimiyet”

Aşkın mı yoksa aklın yolundan gitmek mi daha çok kanatır yaraları?

Dengeden filan bahsetmeyeceğim, denge burada sevmediğim kelime. Aşksa aşk, akılsa akıl. Teslimiyet kurtarır. Arada kalmışlık yakar kül eder. Ama birinin lisanına teslim olmalı. Lakin bu insanın doğası gereği neredeyse imkansız görünüyor. Şimdilerde, hayatımda hiçbir zaman olmadığı kadar çok fark ediyorum insanın yaradılışındaki çift kutupluluğu. Aşkın lisanında geçerli akçe teslimiyet. Sıddiyk Ebubekir’i düşünsenize. “O diyorsa doğru diyordur” teslimiyeti. Fakat isimle ateş arasında kalanın daima fakatları var ve ipler hep burada kopuyor zaten. Ama, yine de ama demeden olmuyor. Yani şu; Ebubekir’i Sıddiyk kılan da Peygamber’in sır’atindeki istikamet, o değil miydi? Düşünsenize neden onca yalancı peygambere değil de adı Ahmed ü Mahmud u Muhammed olana bu teslimiyet? Öyleyse aşkın pazarında aklın yeri yok ama. Ama… Yine de siz bilirsiniz.

Yusuf ile Züleyhalar, Leyla ile Mecnunlar sadece romanların satır aralarında mı kaldı? Yoksa aşkın bilgisayar klavyeleri ve telefon tuşlarıyla paylaşıldığı çağda hala aşk var mı?

Yo, bu konuda iyimserim ben. Aşkın her devirde var olduğundan kuvvetle eminim. Ölüm gibi hep de var olacak. Kültürü farklı olacak belki, arazı değişecek ama cevheri hep aynı. Aşkın problemi devirle dönemle ilgili değil. Onun problemleri kendi yapısından, bir mahluk ise, ki öyledir, onun hilkatinden kaynaklanıyor.

“Aşılamayan ateş cezadır. Aşılabilense gül bahçesi.”

Ateş yani var olanı yok eden -aşıkın içini kavuran- yok ederken büyüttüğü acıyla sahibini nasıl götürür mutlak aşka?

Ateş iki türlü galiba. Biri yakar kül eder, hû yangını. Aşkınlık ateşi. Diğeri ise tekrarlanıp durur. Tekrarlana duran ateş cehennem ateşidir. Onun aşılması yok. Her defasında yeni ten verilir ki yeniden yansınlar. Aşılamayan ateş cezadır. Aşılabilense gül bahçesi.

Yaşadığımız hayatın gerçek olmadığı bilinen bir şey. Yaşananlar ve bu maddi dünya fani. Bir gün her şey bitecek ve biz rüyadan uyanacağız. Bu yüzden somut olarak yaşadıklarımız değil, soyut olarak hissettiklerimiz gerçek aslında. Aşklar, nefretler, sevgiler, sadakat.. Bir de yaşarken gördüğümüz rüyalar ile sizin gibi ‘yazıcı’ların bizi götürdüğü dünyalar. Yaşadığımız alem, rüyalar ve romanlar… Denge nasıl kurulmalı sizce? Bir denge kurulabilir mi?

Yaşadığımız hayat rüya hükmündedir doğru. “Rüya bütün çektiğimiz rüya kahrım rüya zindan”. Fakat burada ince bir nokta var. Ben uzun yıllar bu dünyadaki acıları, rüyada parmağıma batan bir dikenin verdiği kadar hükümlü yani hükümsüz farz ettim. Bir noktaya kadar doğru. Ama o rüya hükmündeki hayat, bu oyun ve eğlence alanı olan dünya, asıl yurdun temel belirleyicisi. O zaman tamam rüya, ama hafifsenmemesi gereken, hükmü olan bir rüya. Yusuf’un rüyası kadar sahih bir rüya. Denge bunu fark edebilmekte galiba.

– “Hikayeyle de hayatla da mücadelem var, anlıyorum.” İkisinin arasında bir yer yok mu? Arafta kalmaya bu yüzden mi mahkum ‘yazıcı’?

Bilmem ki, ben de bilmiyorum ki. Hayatın ve hikâyenin arasında öyle ince bir tül peçe var ki. İnsan hangisini yazdığını şaşırabiliyor ve böyle bir anda artık hikayelerinin kontrolünü de kaybedebiliyor.

“Sevilen bir kadın can demekti. Bu yüzden en çok cânım denirdi ona ortasında bir eliflik nefes hacmiyle. Ve can artık bir yeniçerinin hayatında feda edilmesi gereken değil esirgenmesi gereken bir şey olurdu. Bu yüzden korkar olmuştuk ölmekten” diyor kitabınızda yeniçeriler. Ölmek iki kişi olunca neden zor gelir?

Sevilen bir kadına adanan bir can, artık sahibinin olmaktan çıkmış demektir. Devredilen bir yaşam ve kendi için değil o için yaşanan bir hayat. Eğer böyleyse ölüm hakkınız da sizden alınmıştır. Ve can artık sizin kendiniz için değil sevdiğiniz için korunması gereken bir şey olmuştur. Hani şu gibi: Sana bir şey olursa, sana hakkımı helâl etmem. Hoş doğrusu!

“İsimle Ateş Arasında” romanınızda Nihade, çok da belli olmayan bir yere gidiyor. Sanki kaybolmuş gibi. Ve siz romanın sonunda da söylemiyorsunuz nereye gittiğini. Bu yüzden Numan (belki de Mansur demek gerekir)’ın hissettiği o belirsizlik duygusunu daha çok acıtıyor okuyucuyu. Sizce daha çok böyle belirsizlikler mi, yoksa belirli bir acı mı yangın çıkmasına neden olan?

Nihade’nin belirsizliği Numan’ın yangınının ana nedeni. Çünkü uğrunda o kadar çok şey feda edilmiş. Şer’î manada değilse de kalbî manada bir ihanetin yükünü yüklenerek geliyor Numan ona. Bazı şeyler yasal olabilir ama kalbin yasalarıyla çelişir. Bir Nur’un acısı üzerine kurulan bir Nihade vuslatı. Uğrunda bu kadar çok şey feda edilenin belirsizliği, onun her şeyi sıfırladığı bir ihanet anlamına gelir. Şahıslara değil bizatihi aşkın kendisine ihanet anlamına. Ve her şeyin hiç de olmamış olmadığı anlamına gelir. Belirli bir acının nedeni olan şey Numan’ı daha az acıtırdı. Şüphe yok ki Nihade yok olduğu o günlerde, arabesk bir kurguyla, diyelim Mansur’un mezarına ve hadi yine diyelim ölmemiş olsun, Mansur’a gidiyor olsaydı, bir ihanetle girmiş olsaydı Numan’ın defterine, onu bu kadar çok acıtmazdı. Numan’ı bu kadar çok acıtan şey uğrunda o kadar çok şey feda edilen kadının kayıtsızlığı, aşkın ölmesine bile bile göz yumması. Numan’ın bütün bu sağanak altında, bu hücumlar altında kalmasına izin vermesi. Bu korkunç bir yangın ve hiçbir şey Numan’ı bundan daha fazla yakamazdı. Böyle bir yangını ancak böyle bir belirsizlik çıkarabilirdi.

Romanın sonunda İstanbul’da çıkarılan o büyük yangın, bir şekilde söndürülüyor. Peki Numan’ın ve Numan’ların, Yusufların yangını söner mi bir gün?

Yusuflar’ın yangını farklı. O yangın bu dünya için de öte dünya için de müjde hükmündedir. Sıradan bir fert olarak Numan’ın yangını ise, onun hesabı büyük mahkemeye kalmıştır. Doğrusunu ancak Allah bilir.

Yorum yapın