…İsim İle Ateş Arasında/Nazan Bekiroğlu-Okuyan-Yazan: Reyhane KEMERLİ,Dar Vakit E-Dergi, Yıl:1,Sayı:2 …
Gerçeğin yanılabilirliğini farkettiğimde,yer ve gök bir bilinmeze doğru uzanırken korktum kendimden ve ismi anımsadım. Her hayatın bir başka hayatı barındırdığını gördüm içinde.Oysa hayatları tek tek yaşamak bizi zorluyordu ve fazla içinde kalıyorduk yaşamın. Oysa varlığımızdan, benliğimizden, kendimizden koptuğumuz anda başlıyordu hayat. Oysa elimizin altında duran bir yolu vardı başka bir hayata açılan kapıyı bulmanın ve bilinmezin, tatmadığımızın ve duymadığımızın kelimelerle tarife dökülemeyen buğusuna dokunmanın. Bir aşk kelimesi vardı,bir de okumak…
Aşk da ne çok benziyordu bir kitaba. Alemi okumak, insanı okumak, dünyada Tanrıyı okumak gibiydi. Canlıların suretinde Allah’ı hatırlamak ve insan olan yanımızla, hep unutan yanımızla unutmaya benziyordu. Yokluk ve varlık arasında gidip gelmek,ateşin içinde yürümek gibiydi. İnanmaktı aşk sormadan, şüphe duymadan inanmak.Bir taraftan yanarken bir taraftan serpilmesi gibiydi suyun toprağa. Bir kitapta bir aşkı tanımaktı isim ile ateş arasında. Tarihi, aşkı ve isyanı farketmediğimiz yanlarıyla görmek,bir kokuyu kelimelere dökememenin
sizde uyandırdığı duyguların elbiselere bürünüp çeşit çeşit kılıklarla dans etmesi gibiydi gözünüzün önünde. İnce boyunlu bir karanfili elinde tutmak gibiydi,oysa karanfil kokusunu asla tutamazdık bu yüzden karanfil kokusu gibiydi aşk ve bir kitabın sizde uyandırdığı duyguların mahmur bakışlarla hayatı süzüşü gibiydi.Dünyayı tersine çevirip öyle seyretmekti, çünkü aşık olan için dünya dönmeden ya da yer tarafından çekilmeden de biz, devam ederdi yaşam ve ölüm, çünkü mantık çoktan aşkın sonsuz karanlığında kaybolmuştu, aşkın aydınlığıysa inançtaydı ve boyun eğişte.
“Hepsinin illeti su, sebebi su, cevheri su.Ama yine de suyun kokusu
yoktu.Koku, koku özünün havaya karışması ile gerçekleşen bir şeydi.Bu
yüzden değil mi ki üzerine su dokunan sardunya,buharlaşan su damlacıklarının uçucu olan koku zerreciklerini de havaya kaldırmasıyla kokusunu salıyordu. Islanan gülün kokusunu daha iyi salması bu yüzdendi.Her şey dengedeki hikmetteydi.Suyun kokusu olsaydı bütün kokular birbirine karışırdı. Hele yağmurdan sonra!”
Suydu o da, alemlere rahmetti, en sevilendi, hayattı, onun varlığında,
büyüklüğünde ve su gibi mukaddes oluşunda, su gibi aziz oluşunda bizim
varlığımız küçülüyordu.Biz ancak onu severek varolabilir, ancak onu
severek büyüyebilirdik
“Suya versin bağban gülzarı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzare su”
Onun gidişiyle o ana kadar su verilmiş gül bahçesi suya verildi,
tarumar oldu.Onu unuttukça içimizdeki gül bahçesini seller alıp götürdü.
Yangınımız çok büyüktü, suyumuz az.Bu yüzden hep yandık, çok yandık,
tekrar tekrar yandık.Sular fayda etmezdi bu yaraya.
“Çok iyi hatırlayıp da bir türlü tanıyamadığım çok uzak bir hatıranın
kokusu.Ruh ve ten birbirine dokunamaz demesindi kimse.Bir bedene
hapsolarak geçici bir tutsaklığa mahkum edilmiş fakat mahiyeti sınırsızca özgür olan ruhum dokundu kendi kafesine.O an kokuyla bildiğimi ömrümün evvelinde ne görmekle ne işitmekle ne de dokunmakla bildimdi.Ruhum kafesinden sıyrılarak yükseldi.Gözyaşının ferahlığıyla yıkanmış kocaman bir tebessümdü bu. Uyumuşum.Uyanmışım.Bir de baktım ki acı çeken bir ceset olarak kendimi bir rüyada bırakmışım.Bu dünyadan yükselerek, kendime ve türlü suret acılarıma, hepsinin gelip geçici olduğunu kavrayabileceğim bir noktadan bakmışım.Beni içine alan sonsuz ırmakta bir damlaymışım.Işığın ve suyun ruhuna karışmışım.”
Unutuyorduk…
Nisyandan ibarettik ve her isimde hatırlatılsa da hatırla emri gene de
unutuyorduk. Onun ruhundan üflendiğimizi, onun vasıflarından aldıklarımızı, aynalık görevimizi, güllerin sulanması gerektiğini..
Amaçları unutup amaçlarda takılışımız bu yüzdendi.Çünkü ayrıntılarda
boğulmamız başlamıştı, çoğulluk içinde kayboluşumuz.Şeytan ayrıntılarda
gizliydi ve hızla su alıyorduk, ateş sönüyordu git gide.
Bir gün insan şah damarını unuttu ve olan oldu, kan kesildi, nefes
kesildi, ten soldu, güller kurudu.Artık döndüğümüz her yerde sevdiğimizi değil, aşkı değil korkuyu görür olduk. Akıl girmişti araya, aşk bitiyordu, izah etmeye, mazeretler bulmaya çalışıyorduk, korkumuzu ört pas etmek için, şüpheyi ört pas etmek için. Oysa şüphe giren toprakta güller büyüyemezdi. Aşka şüphe karışmıştı, suyun rengi bulandı. Sonsuzu sonluda göremezdik artık çünkü mantık buna izin vermezdi.Çünkü
sonsuzun açıklamasını yapamaz ancak ruhumuzun kapalı kapılarının
ardında bulabilirdik onu, inanarak.Güller yetişmeliydi inançla, oysa şüphe böcekleri çoktan sarmıştı toprağı. Ben varım dediğimizde sevgilimize, seni sevdiğim için varsın sen dediğimizde yok oluş başladı. Salt boyun eğişin yerini karşı çıkışlar aldığında, sevgilinin emirlerini sorgulamaya başladığımızda, kalbimizden, ateşte büyümüş kızıl bir gül çıkarıp veremediğimizde ona. Kuruduğunda topraklarımız,
ya fazla sudan ya da susuzluktan tarumar olduğumuzda.Çünkü aşk ikisinin
arasında bir yerlerdeydi, sönmeden yanmak, için için yanmak, erimek,
etrafı yakmadan içine yanmaktı.Su serpildikçe büyüyen bir yangındı.Daha çoğunu istemezdik, verilenden fazlasını sorgulamazdık, çünkü yanmak
lütuftu. Oysa istediğimizde fazlasını, dahasını,söndü ateş, korku girdi kalbe.
“Akletmenin istilasına uğradım ben.Aşkı kalbimle değil aklımla
onaylamanın telaşına düştüm ben.Oysa kalbin tafsilatı ancak kalp olduğunda sükunet var. Kalbin tafsilatı fikr olunca muamma. Kalbin fikri ikna edemediği yerin adı nifak. Fikrin terazisine düşen aşkın yekununda kopan kıyametin bir bedende nasıl menzil bulduğuna en yakın tanık tutuldum ben. Fikrin ve muammanın ayrıntısına böyle düşüverdi. Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa.Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkanı yoktu.”
Özümüzü unutunca daha çok yüklendik akla, daha çok zorladık,
açıklamalara dayandırdık etten duvarlarımızı.Bir lafız, bir ses, bir isim uçuramadık göğe. Hu diyemedik. Kendimize yabancı kaldık gitgide, söndü nuru kalbimizin, aklın ışığına el açtık, akıl da bizi tek başına ancak kurumuş bir gül bahçesinin yıkık dökük kapısına kadar getirebildi. Yasalarla, kanunlarla, açıklamalarla kaplandıkça etrafımız bölündük, çoğaldık, tesbihin taneleri koptuğunda tesbih de yoktu artık.
Varlığı yokluğumuzda değil varlığımızda aramaya başladığımızda
merkezden uzaklaşmaya ve dağılmaya başlamıştık. Önce ilham terketti bu şehri, sonra hüzün sonra göz yaşı.Yalnız korkunun ve şüphenin karanlık adımları ve kendi gölgelerinden korkan insanlar kaldı. O’nu kaybettik halbuki kaybetmemiz gereken kendimizdik.Bu müthiş yanılgının içinde katmerlenip çoğalan yanılgılar icat edip durduk. Yargılarımızın doğruluğunu ispata kalkıştık.Halbuki aşkın ispata ihtiyacı yoktu, en çok da bu yüzden, tarifi imkansız kokular, elle tutulması mümkünsüz duygular gibi vardı, en çok varolabilendi. Kainatı kaplayan nuru onu unutan bedenlerimizle kapladık, ışığı, nuru örttü bedenlerimiz, inanç yerini inkara, şüphe yerini isyana bırakmıştı.Unuttuk sözümüzü.Gene bölündük, daha çok bölündük. Nefsani aşktan ilahi aşka geçişimizi de engellemişti kesif bedenlerimiz.Sıkıştık kaldık sonu ve başı iç içe geçmiş fasit bir dairenin içinde.
“Çünkü aşkın alevi de olsa imanın ateşi de olsa eğer beslenmezse her
ateş sönüyordu.”
Ateş söndü,isim kaldı ama “kağıdı tutuşturmuyordu yangının ismi.”
Dar Vakit E-Dergi, Yıl:1,Sayı: 2