NAZAN BEKİROĞLU iLE MÜLAKAT
Salih Zeki ŞAHİN
Genç Adım Mart 2000 (sf.24-25)
Bu güne gelinceye kadar sizi edebi alanda etkileyen birileri oldu mu?
Elbette. Başlangıçta her güzel olandan bir şey aldım. Bu bilinçsiz bir biriktirme dönemi. Sonra etkilendiğiniz şeyin ne olduğunu fark etmeye başlıyorsunuz. Etkilenme olarak adlandırılan asıl şey bu olmalı. Oscar Wılde’ın hikayelerindeki sadeliği çok sevdim. O sadeliğe sığdırılmış beşeriliğin sıcaklığını. Dostoyevski’yi de hep sevdim. Üstelik onu hayatıyla sevdim, sar’asıyla sevdim, Omsk’yi sevdim, yoksulluğuyla sevdim. İnsana gidişini, insanı buluşunu, bulma yolunu sevdim. Ayrıca maddenin ihlalini, gerçekliğin deformasyonunu (fantezi anlamında değil ama) mümkün gören her tür yazı ve yazar bana gülümsedi. Bu anlamda modern ve modern ötesi dönemden de kazanımlarım fazladır. Kafka, Woolf. Joyce. Tanpınar.
Erzurum’dan Orhan OKAY hocanın ne gibi tesirleri oldu?
Orhan Hocam teşvik edicidir sanatkar karşısında. Eline doktora öğrencisi olarak düştüm. Zannediyorum teknik ağırlıklı bir roman çalışması yaparken bir yandan da kendi hikayemi besleyeceğimi o biliyor fakat ben bilmiyordum. Hocam ruhundaki enginlik ve hoşgörü ile de benim yer yer hayat karşısındaki sert sayılabilecek tavırlarımı yumuşatmıştır.
Kahraman Maraş’ta çıkan Dolunay dergisi Bahaettin KARAKOÇ ve Mustafa KUTLU sizde ne derece öneme sahip?
Dolunay öğrencilik yılları hariç, yetişkin olarak ilk hikayemin ve şiirlerimin çıktığı yer. Bahaettin Karakoç’tan ilgi gördüm, onun gençler karşısındaki adil kuşatımını bilirsiniz. İlgi özgüveni arttırır. Güven ise yazmak için gereklidir. Bir tuzak olabileceğini de hesaba katmalı elbet. Kutlu ile yazışma ve tanışma sürecim İstanbul dergilerine ve Dergah’a açılmamı sağladı. İstanbul önemlidir. Nabız orada attığı için. Dergah ruhi ve fikri anlamda da bana bir tür dergah olmuştur. Fakat taşra dergilerine karşı hala zaafım var. Taşra bazen bir meziyete dönüşebiliyor. Mustafa Kutlu’nun şark hikayesiyle kurduğu bağ beni etkilemiştir.Bu, geleneği geleneğin sınırları içinde yorumlamaktan çok farklı bir şey. Bugünün malzemesi ve ihtiyacına dair bir dönüşüm diyelim. Bu önemli. Ondan geçmişte yaşamadan geçmişi yazmanın, bugünden bakarak geçmişi yazmanın güzelliğini ve mümkünatını öğrendim. Dahası Müslüman şarklının da bir birey olarak iç dünyasını seyretmenin olabilirliğini getirdi bu yedeğinde. Bugünden baktığınız ve kendi bireyselliğinizden baktığınız anda müslüman şarklıyı da bugünün ölçüleriyle yorumluyorsunuz.
Mustafa KUTLU’nun “şiiriniz oluşmakta olan hikayenize zarar verebilir” uyarısı olmasaydı şiire devam edecek miydiniz?
Bunu kestirebilme imkanım yok artık. Bilemiyorum. Ancak bu tür bir seçim yapmış ve uyarılmış olmaktan dolayı pişman olmadığımı söyleyebilirim. Sanırım şiirle hikayeyi birlikte sürdürmeye kalkışırdım ve bu hikayemin içini boşaltırdı. Yoğunluğu daha az, daha “nesir” bir hikaye çıkardı. Fakat şu an şiirden uzak kaldığım şu noktada fevkalade şiirle ilgiliyim.
Hikayede denenmemiş ve oldukça modern bir tekniğiniz bununla beraber usta bir üslubunuz var. Şiire devam etseydiniz sizce bunlar olabilir miydi? .
Şiir yazsaydım bu tür bir hikaye yazabilir miydim? Zannetmiyorum. Şiir yazmamak, şiire koşan bir hikaye çıkardı ortaya gibi geliyor bana.
Nun Masalları’nda daha çok sevilebilir haliyle tarihi hikayeleştirmişsiniz hem de tarihe haksızlık etmeden… Daha çok birinci ve ikinci bölümlerde Saray-ı Amire ve çevresi konu ediliyor. Bunun sebebi ne olabilir?
Topkapı sarayı ile aramda benim onaltı yaşımdan beri süre giden ve bir aynanın önünde başlayan bir hikaye var. Bir aynadan içeri girdim ve yollarım kayboldu. Kayboldukça buldum buldukça yok oldum.
En son bölümde Nigar Hanımı, Sevgili hikayenizde Beşir AYVAZOĞLU’nun dediği gibi akademisyen kimliğiniz arasında bir gel-git, bir çatışma yaşadınız mı? Veya biraz şahsi olacak ama sizin Beşir AYVAZOĞLU’nun “Peyami” çalışmasını Aksiyon dergisinde dile getirdiğiniz makalenin sonunda, dediğiniz gibi gerçekten Nigar Hanımı rüyanızda gördünüz mü?
Bu hoş bir soru. Nigar Hanımı monografik anlamda irdeleyen bir akademisyenin, devreye giren hikayeci bir kimliği varsa eğer çatışma başlıyor. Bende başladı. “Nigar Hanım, Sevgili”yi yazmasaydım Şair Nigar Hanım monografisindeki objektivite mecburiyeti bana acı verirdi. Belki de ortaya çıkaramazdım bilimsel bir çalışma olarak. “Nigar Hanım. Sevgili” o çatışmanın öyküsüdür. Bilimsellikle sanatkarlığın çatışmasının.
Nigar Hanımı rüyamda gördüm. Fakat bilirsiniz psikoloji bilimi rüyaların macera başlarken ve biterken yoğunlaştığını söyler. Yani bilincin arka bahçesidir rüyayı doğuran. Ben Nigar Hanımı çok fazla denebilecek kadar rüyamda görmedim. Çünkü çok fazla bilincimin üstünde, yaşamınım içindeydi. Fakat bunun eksikliğini hep çektim. Onu daha fazla görmek istedim. Görüp de unuttuğum rüyaların ertesinde hele.
Ya da üzerinde gerçekten titizlikle durulan, hayatı didik didik incelenen, bir insan araştırmacısını bu kadar etkiliyor mu?
Ne kadar, hem ne kadar. Hele empati kabiliyeti yüksek biriyse. “Kadın kadına” olmanın getirilerini de hesaba katalım. Düşünün bir günlüğün üzerinden sabahlara kadar harf harf geçiyorsunuz. Her harfin kıvrımım yorumlayarak. İki sahife sonra öleceğin! biliyorsunuz günlük yazarının. Ama o bilmiyor. Birileri de sizin iki sahife sonra öleceğinizi biliyor / bilecek. Ama siz bilmiyorsunuz. Yaşanmış bir hayata kayıtsız kalmak bana göre değil. İnsana zaafım var.
Diyebilir ki edebiyat dünyası bu kadar ayrıntılarıyla Nigar Binti Osman’ı sizin sayenizde tanıdı. Acaba bununla bir vefa veya bir gönül borcu mu ödeme kaygısında mı idiniz?
Kitapların kaderleri var. Yazarların kaderleri var, onları beklerler bir yerde. Benimki bir vefa borcu gibi başlamadı. Fakat tanıdıkça onu mazi kuyusundan çekip çıkarmanın sorumluluğunu üzerimde hissettim. Başlarken değilse de sonuna doğru gönül borcuna dönüştü.
Hep kadın sanatçılar; acaba sırada kim var?
Üzerinde çalıştığım isimlerin kadın sanatçılar olması, tesadüf demeyeceğim ama benim seçimim dışında bir nasip akışı içinde gerçekleşti, desem inanır mısınız? Sırada belli bir isim yok. Ama artık kadın sanatçılar Üzerinde sosyolojik ve psikolojik anlamda yorum kabiliyeti sağlayan bir birikim sahibi oluyorsunuz, buna , akademik hayatın getirdiği edebi disiplini de ilave edelim. Bu bakımdan kadın sanatçılar hakkında bir şeyler daha söylemek gerekiyor. Kısmette ne var, ben de bilmiyorum?
Zaman Gazetesi’ndeki Mor Mürekkep köşenize nasıl başladınız? Hiç de sıradan yazılar değil. Hepsi seçilmiş özenle hazırlanmış gibi mükemmel yazılar. Daha sonra bunlardan müstakil bir kitap oluşturmayı düşünüyor musunuz?
Estağfirullah diyeyim önce. Başlangıç çok da fazla benim isteğim dahilinde olmadı diyebilirim. Sahife editörü ısrarlıydı, bense gazetenin getirisi olan sık periyodu kendi yazı anlayışımla uygun bulmuyordum. En basit hikaye Üzerinde aylarca çalışan, her cümleyi ve kelimeyi teker teker düşünen biri için haftalık gazete yazısına kalkışmak büyük cesaret. Ve bir köy gazetesinde çıkacak yazının bile benim için hayati ehemmiyeti vardır. Bir yazı altına imza atmak gerçekten büyük bir hadise’. Bu anlamda ilk tekliften bir yıl sonra ancak evet diyebildim. O sıralarda hikaye ile ifade edemeyeceğimi bildiğim fakat paylaşmak istediğim bir birikimin varlığım fark etmiştim defterimde. Paylaşmak istiyordum ve kabul ettim. Beni yoran bu yazılar kitaplaşma yolunda.
Hala taşra var mı? Bunun sıkıntısını çekiyor musunuz?
Taşra elbette var. Sıkıntıları da. Ama burada yağmuru, bulutu ve denizi seviyorum. Ve taşra bazen nimete dönüşüyor. İstanbul’u daha fazla görebilsem taşradan şikayetçi olmayacağım. Şikayetim taşradan değil, İstanbul’u istediğim kadar yaşayamamaktan.
Kadın olmanız edebiyatçı kimliğinizde bir avantaj mı?
Hayır tabii ki. Ne avantaj ne de dezavantaj olması gerekiyor. Avantaj ya da dezavantaj gibi duruyorsa edebiyatçı olunamamış demektir. Ancak kadın ruhu denen bir şey varsa, kadın üstü edebiyatçı kimliğimle buna sahip olmaktan memnunum.
Edebiyat Fakültelerinde (daha çok büyük üniversitelerde ) yaşanan, hocanın “öğrenci çalışmıyor, okumuyor, yazmıyor” şikayeti, öğrencinin “hoca teşvik etmiyor, yol göstermiyor, örnek vermiyor” sızlanışı, bu ikisi arasında yaşanan çatışma, bu bağlamda sizin meslektaşlarınıza ne gibi tavsiyeleriniz, öğrencilere ne gibi nasihatlarınız olacak?
Sınıfı ve öğrencilerimi gerçekten seviyorum. Onların da beni sevdiğini gönül rahatlığıyla ifade edebilecek kadar bahtlı bir hocayım ben. En sıkıntılı günlerimde sıkıntımın sınıfta dağıldığım bilirim. Beni anlarlar. Kalplerimiz, açmasak da, birbirine açıktır. Hoca anlatır öğrenci dinler, bu çok ciddi bir iştir ve hayati bir alış veriştir. Bazen de öğrenci söyler hoca öğrenir, bu daha da güzeldir. Okuma listeleri veririm onlara. Bunların bir kısmı müfredatın getirisi ders okumalarıdır. Biraz oflaya puflaya okurlar bunları, ama neticede okurlar. Bir de sınıfta bahsettiğim müfredat dışı okumalarım var ki en çok onunla ilgilenirler. En çok bu okumalarıyla beni mutlu ederler ve iyi bir okuyucu olduklarım gösterirler.
Geleceğin edebiyatçıları olarak bizleri bekleyen sıkıntılar nelerdir?
Geçmişin edebiyatçılarını bulmuş olan sıkıntılardan farklı değil. Kendi sesini aramanın zorluğu. Kendi dünyasını kurduktan sonra kendi sesini bulacak olan herkesi bekleyen sıkıntılar. Yani tek yanlı bulmak yetmeyecek. Aynı anda çok şeyi bulmanız gerekecek. Sesi ve manayı en başta.
Öğrencilik yıllarınızda yapmak isteyip de yapamadığınız şeyler oldu mu? Nelerdir?
Çocukluk yıllarımdan itibaren, ne olacağımın bilincini taşıyarak, daha ciddi anlamda eğitilmiş olmayı isterdim.
İstanbul Yahya Kemal’de ne ise Trabzon sizde o mu?
Hayır, değil. Yahya Kemal’e İstanbul olan kent bana da İstanbul’dur.
Öykü bir düz yazı türü olmasına karşın Romandan çok şiire yakın görülüyor. Siz de buna katılıyor musunuz?
Teknik olarak hayır, katılamam. Öykü ve roman arasında teknik anlamda bir fark yok. Şiirsellik öykünün yoğunluğundan kaynaklanıyorsa yoğun romanlar da var. Sanırım şahsi üslup sorunu bu. Şiirsel romanlar ve şiirsel olmayan öykülerde var.
Yaşamı kucaklama yönünde roman daha kapsamlı mı? Artık öyküye de bu görev düşüyor mu?
Öykü bana yeterli geliyor. Yaşamı kucaklama yönünden yeterince kabiliyetli.
Edebiyatta yaşama ve insana çok önem veriyorsunuz.
Yaşama ve insana önem vermem insana duyduğum zaaftan. Sadece insan değil, can taşıyan, hatta taşımayan her “şey”önemli. Eşya önemli. Varlığınız onların varlığıyla anlamlı çünkü. Her şey her şeyden mesul.-Hiçbir şey başıboş değil. Yaşanmışa da yaşanamayana da zaafım var.
Yeter bu kadar öykü dediğiniz oldu mu? Öykünün size haksızlık yaptığım düşünüyor musunuz?
Asla. Tam tersine hep öykünün bana yeter demesinden korktum. Öykü bana haksızlık yapmadı. Ben ona yapmış olabilirim, belki.
Ruhsal sorulara cevap vermek sizin için “zor olabilir ama öykülerinize ruhunuzu katıyor musunuz?
Ruhum da olmasa başka katacak neyim olabilir ki öyküye? Meğer ki sofist olmayalım.