Lâ’l Kuşları

LÂ’L KUŞLARI

-“yarası meyveye durmuş, acısı ışımaya başlamıştı”-

H. Hesse, Sidarta

Denizi ilk kez gördü.

Efendisi gibi.

Bundan sonra anan da, baban da, kardeşin de, her şeyin de bu dediler.

Ama efendisinin yüzünde, babasından alıştığı ve denizde tekrarını bulduğu o buyurgan öfke ve ihtişamdan eser yoktu.

Bir çocuktu o. Parmaklarıyla hesapladı aralarındaki farkı, bir çocuktu o.

Efendi, baba gibi değildi demek, anladı, ve ağladı.

Efendi; yıkanması, bakılması, yedirilmesi içirilmesi gereken biriydi.

Üstelik akıl öğretilmesi, yönlendirilmesi.

Babasını özledikçe, efendisinden uzaklaştı Elmas. Efendisinden uzaklaştıkça denize yaklaştı.Denize açıldıkça yaylayı andı.

Dağlar tüttü burnunda. Temmuz çiçekleri, sararmış otların ağustos sonlarındaki kokusu. Dağdan esen rüzgâr, dağdan batan güneş, dağdan yükselen ay.

Evin arkasındaki küçücük mezarı özledi. Neredeyse kucağına doğan Mehmet Ali’nin öksürmekten tıkanıp da mosmor kesildiği geceyi hatırladı sık sık. Kollarında öldüğünde Mehmet Ali, küçücük bir bebek, annesinden çok üzülmüş gibi gelmişti Elmas’a.

Andıkça ağladı.

Kendisine de ağladı.

Derin bir nefes alamadı.

Limanın yakınındaydı evi.

Denizi tanıdı.

Denizi öğrendi.

Üzerine yağmur yağarken, fırtınadan önce ve fırtınadan sonra ne renk olduğunu bildi.

En çok da fırtınadan sonraki halini beğendi. Göz alabildiğince, tıpkı bizim ovalara benziyor dedi bir akşam yatakta. Efendisi hı-hı dedi, arkasını dönüverdi.

Her gün aynı yatakları düzeltti Elmas. Bir evim var ya dedi, daha ne olsun?

Karışanım görüşenim yok.

Daha ne olsun?

Her gün aynı kıvrımlarına dikkat ederek aynı yatakları düzeltti. Kırıklarını ezberlediği aynı kara taşlıkları yıkadı. Aynı merdivenleri sildi. Aynı odaları süpürdü. Aynı tel dolapları düzeltti. Aynı hamurlardan aynı tatlıları açtı.

Bir yerin boş kaldığını anladı, nedenini bilemedi.

Nasılını bilemedi.

Ama bildi ki yatak düzeltmek, çiçeğe su vermek, yastık işlemekle dolmuyor.

Kendi içinde kapalı kaldıkça denize açıldı.

Bir damla çocuk dedi, o ne bilsin.

İçi sızladı.

Daha bir beyazlattı efendisinin gömleklerini sodalı sabunlu kaynar sularla.

Daha bir özenle ütüledi pantolonlarını kömürlü ütülerle.

Daha bir hınçla koyuldu el işi gömlekler dikmeye ona, yedi numara gaz lâmbasının isli sarı ışığında.

İçini bunlarla doldurmaya çalıştı.

Parmağına iğneyi batırdı bir sabah.

Bir damla kan beyaz model kâğıdının üzerine damladı. Katladı kâğıdı ikiye, bastırdı. Sonra açtı, baktı. Çocukken daha, mor mürekkebin damlalarıyla leke falına baktıklarını hatırladı. Yedi başlı ejderi, kocaman kanatları olan gece kelebeğini, başı ve ayakları ters cüceyi hatırladı.

Ne korkardık diye güldü.

Sonra yine küçük kardeşini hatırladı.

Mosmor kesilmiş yüzünü, küçücük mezarı hatırladı.

Ne ağlardık dedi.

Yine ağladı.

Yatakları düzeltmeye koyuldu. Yerleri parlattı günde üç kez, beş kez.

Mahalledeki ayağı terlikli, uzun basma etekli kadınların arasında adı “bir temizdir, bir temizdir”e çıktı.

Bu da yetmedi, içinde bir boşluk bir boşluk.

Bir nefes alıp da doyamadı.

Kimselere söylemedi.

Sonra bir gün onu gördü ilk kez, yolda önüne çıkmıştı. Öyle umarsız öyle heybetli.

Evin yanındaki inşaatta duvar ustasıydı.

Kocaman bıyıkları vardı. Elleri bir arslanın pençelerini andırıyordu. Boyluydu. Tıpkı babası gibi, hem buyurgan hem sevecen bakışlarla insanın içine içine bakıyordu.

Ayakları dolaştı Elmas’ın. Yolunu şaşırdı, gideceği yeri unuttu. Gerisin geri eve döndü.

Oturup kaldı divan örtülerinin bozulmasına aldırmadan.

Kendisine ne olduğunu anlamadı bir türlü.

Bir kuş yüreğinin ucuna konmuştu.

Kovalamaya çalıştı.

Gitmiyordu.

Kovalamaya çalıştıkça kuş daha çok gitmiyordu.

Duvar ustası daha çok yoluna çıkıyor, daha çok içine içine bakıyordu. Daha da çok babasına ve denize benziyordu.

Denize sığındı Elmas.

Beni koru, beni gözet dedi ona.

Efendisine baktı gizlice.

Tüysüz yüzüne. İnce bir kelebeğe benzeyen ellerine.

Yarı baygın gözlerine.

Ve soluk, sarı tenine.

Yedirdi, içirdi içindeki kuştan söz etmeden.

Yıkadı, giydirdi eskisi gibi.

Eskisinden farklı ne vardı ki?

Eskisinden farklı şu vardı:

Babamın evine dönerim diyordu. O da gelir ardımdan kuşkusuz.

Böyle her gün yoluma çıktığına bakılırsa. Gönlü vardır bende zahir.

Hem bu bakışlar kimi suçlu kılar ki?

Ama artık eskisi gibi olamaz, o bir parça çocuk. Bana efendi olamaz.

Efendi olmak neydi? Düşündü. Ne olduğunu bilemedi.

Ama böyle olmadığını bildi. Boşluğu gördü de nasıl dolacağını bilemedi.

Ama bildi ki duvar ustası içindeki boşluğu dolduracaktır.

Ama benimle konuşsa dedi.

Kapının pirinç tokmağı ses verdi bir gün.

Tak..tak..tak…

İçi tümden ayağa kalktı Elmas’ın. Kenarı iğne oyalı yavru ağzı yaşmağı attı başına. Lâ’l küpeler kuş biçiminde salınmakta, koşuverdi kapıya. Karşısında duvar ustası.

Su istiyordu.

Sevap değil miydi?

Sesi ne kadar güzeldi.

Tıpkı babasınınki gibi. Güçlü bir sığınak.

Ama fazla konuşmuyordu.

Elmas içinden, ah benimle bir konuşsa diye geçirdi.

Eskisi gibi değildi.

Eskisi gibi değildi.

Duvar ustasının kendisiyle bambaşka şeyler konuşmasının hayalini kurarken eskisi gibi değildi.

Midesi bulandı günlerce. Başına çatkılar çattı. Yataktan çıkamadı. Canı yeşil erik istedi kış ortasında, çaydan, sudan iğrendi.

Şerbetler içti. İçer içmez pişman oldu.

Gün gelip de geçince anladı ki içinde şimdi bambaşka bir kuş yaşamaktadır ve bu öbürüne hiç benzememektedir.

Başının üzerinde gök yüzü döndü, ayağının altında yer kaydı. İçinde yaşayan kuş, kendisi olmaktan çok efendisine benziyordu, efendisiydi düpedüz. Onu, o kadar çok alışmaya çalıştığı halde alışamadığı bu yaşama bağlayacak olan. O kadar çok kurtulmaya karar verdiği halde buna teşebbüs etmeye fırsat bırakmayacak olan.

Kendisini bu çocuk-adama bağlayan bu incecik bağın ne güçte olup olmadığını kestirmeye çalıştı.

Haykırarak ağladı. İçindeki kuş şakımadı, içi ışıldamadı, içi ısınmadı.

Derin bir nefes alıp da doyamadı.

Bundan sonrasını getirdi gözünün önüne.

Hep karanlık gördü. Çıldırırım diye korktu, çıldırsam daha iyi diye sevindi.

Divanlardan atladı. Ağır yükler taşıdı. Acı mı acı kininleri yuttu

üçer beşer.

Hiçbir şey değişmedi.

Her şey eskisi gibiydi.

Bir gün, gözü duvardaki halının su içen geyiklerinde, yatarken cam tıkladı. Gelen Cevriye’ydi. Anlat halin nedir diyordu. Her derdin çaresi var deli misin diyordu.

Anlattı.

Ama hepsini anlatmadı.

Duvar ustasını anlatmadan anlattı. Yani yarım kaldı bu anlatı.

Ama Cevriye’ye bu kadarı yetti, kolayı var dedi.

Yarınki gün gel bana dedi, ben bu akşamdan haber salayım, gidelim Zarife hanıma dedi, o halleder dedi.

Ertesi gün Elmas giyindi. Deri iskarpinlerini zor geçirdi şişmiş ayaklarına. Adımları bir ileri iki geri götürdü onu.

Aklına Mehmet Ali’nin mosmor yüzü geldi.

Aklına küçücük mezar geldi.

Aklına efendisinin incecik sesi geldi.

Yüreğinin ucundaki kuşu düşündü. Duvar ustasını düşündü. Onun sıcak ve buyurgan sesini hatırladı.

Ayakları onu bir ileri ama iki geri götürdü yine de.

Bu da ne oluyor diye geçirdi içinden? İşte kurtulacaksın.

Zarife kadını düşündü. Parmağının ucundaki kan büyüdü kâğıdın üzerinde. Mürekkep lekesindeki ejderler, ters ayaklı cüceler geldi aklına. Zarife kadının hoyrat ellerini düşündü.

Efendisine lânetler savurdu. Duvar ustasına lânetler savurdu. Kendisine ve hayatına lânetler savurdu.

Ölsem dedi.

Cevriye’nin kapısı önünden geçti, hiç durmadı, iki sokak daha öteye gitti. Kuytu bir evin kapısını çaldı. Falcı kadın evde mi dedi, kapıyı açan saçları taranmamış küçük kıza.

Falcı kadın hiç bir şeyi kendiliğinden bilemedi. Ona, öğrenmek istediği her şeyi gönüllü verdi Elmas. Efendisini anlattı. Duvar ustasını anlattı, önünü kestiğini ama kendisine hiç bir şey vaadetmediğini. Yüreğinde yer tutan ve kovalayamadığı kuşu anlattı.

Sonra içinde yaşamaya başlayan bu yeni şeyi anlattı, kurtulamadığı. Zarife kadını anlattı, korktuğu, ama canı yanacak diye değil, başka türlü korktuğu.

Falcı kadın bütün bunları kendiliğinden hiç bilemedi. Elmas anlattıkça, o, bilmiş gibi yaptı. Güldürücü bir oyun oldu.

Sonunda kadın Elmas’a döndü ve ona dokunma dedi, yani içindeki canlıya dokunma dedi. Bırak o yaşasın. Ve kendini, seni kanatlarıyla saracak kadar çok himaye edecek olana sakla.

Bitince, Elmas, küpelerinden birini sıkıştırdı kadının avcuna.

Al dedi lâ’l kuşlarımdan birini, sana verecek başka bir şeyim yok benim.

Falcı kadının evinden çıkıp da kendi sokağına dönerken, kendini kanatlarıyla himaye edecek olanın hangisi olduğunu anlayamadı bir türlü.

Ama içindeki kuşun şakıdığını duydu, ışıldadığını.

Sırtından dağlar kalktı.

Derin bir nefes aldı.

Oğlunu, bütün annelerle aynı acıları paylaşarak dünyaya getirdikten sonra çok sevdi.

Onu ölecek kadar çok sevdi.

Kendini himaye edecek olan kanatlar kimdedir anladı.

Oğlunu bütün anneler gibi, ama onlardan farklı olarak hep eziklikle, hep utançla, hep cinnetle sevdi. “Ya” diye başlayan cümleler geçirdi içinden, sonunu getiremeden bile kanı damarlarından çekildi.

Onu severken, hiç, annen sana kurban olsun demedi, korkarak onu kendisine bağışlayandan. Ona, annen seni yaratana kurban olsun dedi hep.

Sen bana bağışsın dedi.

Sen bana bahşişsin dedi, içi titredi.

Bahar geçip, yaz da geçip, kış geldi. Bir daha kış geldi.

Cevriye oturmaya çağırdı, bütün kadınlar sıcak odada toplandılar.

Çay içerken söz döndü dolaştı, olur ya, duvar ustasına geldi.

Kadınlardan biri, ne çapkındı o dedi, ah ben bilmez miyim? Diğeri, su istemek için dedi, ne çok çalardı kapımı. Bir diğeri, yoluma çıkardı hep dedi, insanın yüzüne dik dik bakardı. Dua etsin, rezalet çıkmasından korkardık da, insanın efendisini belâdan sakınması lâzım.

Elmas hiçbir şey demedi.

Benim de yoluma çıkardı, içime içime bakardı, yüreğimin bir köşesine bir kuş bırakırdı demedi.

Derin bir nefes alamazdım demedi.

Sonra söz yine döndü dolaştı. Sessizlik oldu.

Kadınlardan biri durup dururken, arka sokaktaki falcı kadın ölmüş dedi.

Öbürü, vallahi dedi yatacak yeri yoktur, adı üstünde fal, bakan da baktıran da.

Elmas duyulur bir sesle söyledi: Allah bilir, nerden bileceksin?

Kadın yineledi, öyledir öyledir, fal bu.

Elmas tahta ata baktı, oğlunun çekelediği. Oğluna baktı.

Duyulmaz bir sesle ekledi, belki tek sevabı bütün günahlarına bedel büyümüştür dedi.

Yine derin bir nefes alamıyorum demedi.

Dergâh, nr.78, ağustos ’96

Yorum yapın