Bir kaftanını giymedim, bir hil’atını görmedim

Nazan Bekiroğlu
“Bir kaftanını giymedim, bir hil’atını görmedim”
İlk bakışta çok farklı, çok uzak, çok yüksek. Omuzlarında gösterişli; ama bir o kadar da ağır bir yük. Başlarında dikenli bir tac. Sırtlarında ateşten gömlek. Kendileri de ateştiler, yakınlıkları da ateşti, ayrılıkları da.
Haklarında çok şey yazıldı ve söylendi. Ama özel hayatları hep mahfuz kaldı. Şark’a mahsus bir terbiyenin disipliniyle, Harem kapılarından içeriye ağyar nazarı asla girmedi. Sarayın kalbi demek olan Harem hakkında bildiklerimizin çoğu iflah olmaz. Oryantalist muhayyilelerin buhurlu fantezileriyle ya da aklı başında birkaç ecnebi seyyah kadının tanıklığıyla sınırlı kaldı. Bir yanıyla hep eksik. Hep uzak. Hep yabancı.

İnsandılar. Osmanlı sultanları ve epey geniş aileleri. Bize benzemeyen yanları onları tarihin konusu yaparken, bize benzeyen yanlarıyla hayatın ve edebiyatın oldular.

Bu yazı, onları tarih yapan farklılıklar kadar, onları hayat yapan benzerlikler üzerinde de durmanın gereğine inanan bir yazıcı tarafından kaleme alınıyor, alışıldık kutlama anlayışları dışında kalma tehlikesi göze alınarak.

Yine de üzerinden bir sarsıntı geçerek gölgelenen 700. yılın anısına.

Bizler gibi anne, bizler gibi babaydı onlar da. Evlatlarına değen gül dikeninin kalplerinde açtığı yara bizim evlatlarımızın kalplerimizde açtığı yaradan daha az acıtıcı değildi. Söz gelimi, Kanuni, daha veliahdlığı sırasında doğmuş olan üç çocuğu arka arkaya ölünce öyle bir kedere düştü ki, vezirler, sultanı oyalayabilmek için Divan toplantılarını uzatır oldular.

Hüzünleri vardı. Hüzünlerini taşıma tarzları da bizimkinden çok farklı değildi. II. Mahmud örneğin, çok sevdiği bir odalığının ölümü ve Kağıthane Sarayı yakınlarında bir yere gömülmesi üzerine iki yıl kadar bu civardan geçememişti.

Sirayet alanı daha geniş, etki dairesi daha derin olsa da bizler gibi sevdiler neticede. Neticede, ancak kalpleri kadar aşık, istidadları kadar sevdalıydılar. Bazıları aşklarında ifrat diyemesek de “sevda” makamındaydılar. Kanuni, kendisini sefer yolundan gerisin geri döndürüveren güzel bir büyücü Hurrem’e, III. Murad “Bafo” nam Safiye Sultan’a, Avcı Mehmed Gülnuş Sultan’a öyle çılgın birer sevdayla bağlandılar. III. Ahmed Emetullah Sultan’ı, III. Mustafa Rifat Kadın’ı, I. Abdülhamid Ruhşah’ını, “annesinin güzeli” Abdülmecid Serefraz’ı böyle muhabbetle sevdiler.

Ama onlarda da aşk bazen sultan fil an dinlemeden tüm saltanatların kuralları üzerinde kendi kurallarıyla seyretti ve bütün kuralları çiğneyiverdi.

Bu yüzden olacak bizler gibi kıskandılar sevdiklerini, bizler gibi kıskanıldılar. Bu kıskançlık bazen şiddetli bir hastalığın geçiştirilmesine sebebiyet verdi. Kanuni’nin kızı, Rüstem Paşa’nın karısı Mihrimah Sultan hastalandığı zaman, krep bir kumaşın altından hastasının nabzını yoklayan İspanyol doktor boğazını da görmek isteyince, kıskanç kocanın nazik öfkesine maruz kalmıştı: “Kalk gidelim”.

Kıskançlık krizleri bu kadar masum öykücüklerle sınırlı kalmadı her zaman. Bazıları daha ciddi neticiler verdi. Abdülmecid’in 4. İkbali, ismiyle müsemma Serefraz, baş kaldırıp da sarayını terk ettiğinde, babasının evine değil; ama bir başka saraya gittiğinde, mesele büyüdü.

Hatta bazen meseleler iki kalp arasında büyüyebileceğinden çok daha fazla büyüdü. Ve mesela II. Abdülhamid’in kıskanç cariyesi ah’ının ateşiyle gök katlarını değilse de, muztarib ruhunu incecik oyma işleriyle oyalamaya uğraşan padişahın marangozhanesini ateşe veriverdi. Zarar ziyan cariyenin kalbinde mi marangozhanede mi daha fazla, bunu tarihler yazmıyor.

Padişahın kalbini ise başka yerden sormalı, yirmi üç yaşlarındaki güzeller güzeli bir başka cariyeden. Fakat bu cariye daha da kıskançtı. Kalbinin padişahını başka kadınlarla paylaşmayı göze alamadığından, onun “kadın”ı olmayı reddetti. Beş yıl bekledi padişah. Sonunda cariyesini kırk beş yaşlarında bir zatla evlendirdi.

Bizler gibi kapris yaptılar hasılı, kimi kaybettiler kimi kazandılar.

İhanetleri de bizim ihanetlerimiz gibiydi. Yavuz’un kızı, Kanuni’nin kız kardeşi Hatice Sultan, isminin başında bir Makbul sıfatı taşıyan kocası İbrahim Paşa’nın Muhsine adlı bir kadınla yaşadığı maceraya tahammül etmek zorunda kaldı. Üstelik damatların cariye dahi olsa başka kadınlarla düşüp kalkması kat’iyyen yasaktı.

İhanet kadar sadakatten anladıkları şey de bizim anladığımız şeydi. Kanuni’nin, Hurrem meşru eşi olduktan sonra, yaygın bir kanaate göre iklimine hiçbir kadın girmemişti.

Ve tıpkı bizim gibi mutsuz oldular. Yavuz gibi bir padişahın kızı olmak Fatma Sultan’ı, kocasını babasına şikayet etmekten beri kılmadı. Sultandı; ama sultanlık mutsuzluğa mani değildi. Şöyle yazdı babasına: “Bir gün bir saat gülmedim, bir kaftanını giymedim, bir hil’atini görmedim”.

Onları bizden farklı kılan yanlarıyla sultandılar, padişahtılar, komutandılar, kahramandılar. O yanlarıyla çağ açıp çağ kapadılar, o yanlarıyla var ettiler, o yanlarıyla yok ettiler. Ama bizler gibi sevdiler, kıskandılar, acı çektiler, hüzünlendiler, güldüler.

Bizden biri değilse de bizim gibiydiler.

Yorum yapın