İnci kimin hakkı?

Nazan Bekiroğlu
İnci kimin hakkı?
Denizlerden gelen inci, teşekkülündeki gizem, derinlikten çıkarılışındaki trajedi ve aidiyetindeki hakkaniyet şaibesi ile, denizi ve istiridyeyi tanıyan en eski uygarlıklardan bu yana cazibenin nişanesi.
İnci, teşekkülü ile hazin bir efsane: Derin denizlerde yaşayan istiridye, nisan ayında kıyıya çıkar. Susuzdur. Nisan yağmurundan tek damla. Yeter susuzluğuna. Ağzında nasibi, geldiği denizin derinliğine döndüğünde, aldığının karşılığını fazlasıyla öder. Karnına düşen yağmur damlasını sedefle örterek inciye dönüştürür. Nasip de kabiliyet ve maharetle. Aynı Nisan yağmurunun, yılanın ağzında zehre dönüştüğünü hatırlatmaya gerek var mı?

İncinin derin denizlerden çıkarılması için mahir dalgıçlara ihtiyaç var. Mevlana dalgıcı uyarıyor, “Soluğunu tut, soluğunu tut” diyor, çünkü “inciyi bulmak ayrı bir şey”. Gazzali ise yüzme bilmeyenleri uyarmakta: “Yüzme bilmeyenler deniz kıyısında dolaşmaktan men olunur, mahir yüzgeçler değil”. Doğru! Ama mahir yüzgeçlerin boğulduğu da vakidir. Ve mahir yüzgeçlerin boğulmasından duyduğumuz üzüntü yüzme bilmeyenlerin boğulmasından duyduğumuz üzüntüye benzemez. İncinin çıkarılmasında yatan trajedi bu işte. Derin su sarhoşluğu, vurgun ve boğulan bir “mahir yüzgeç”.

En güzel ve kıymetli inciler hükümdar hazinelerinde yatmış yüzyıllarca. Ve ne olmuş? Ya bir uğursuz hikaye, ya bir incili yorgan. Ya bir incili beşik ya da bir güzelin gerdanına kolye. (Ama yanlış bilinir, inciyle güzelin birlikteliğinde güzelliği artan, güzel değil incidir).

İncinin psikolojik imgesi “uğrunda her şeyin feda edilebileceği çok yüksek kıymet”. Doğru olmalı. Yoksa Dante, ömrü boyunca sadece üç kez gördüğü ancak uğrunda hiçbir kadın için yazılmamış şeyler yazarak onurlandığı Beatrice’yi “inci yüzlü sevgili” olarak tavsif eder miydi?

Zekatı olmayan inci, İslam coğrafyasında ve yerli kültürde Kur’an ve hadisten başlayarak edebi metinlere dökülen bir imaj şelalesinin esin kaynağı.

İslami edebiyat Hz. Peygamberi dürr-i yekta, dürr-i yetim olarak istiare ediyor. “Yıldız inciye” benziyor. Çok katmanda okunabilecek cennet, en yakın anlamıyla, “altın bilezikler ve incilerle süs”lenecek müminlere “saklı inciler gibi” “nedimler” vaad ediyor.

Ekonomik gösterişinde şımarık altın ve oksijen temasında kirlenen dayanıksız gümüşe nazaran inci ne kadar daha çok şey söylüyor. Sevgilinin dişi, teri, göz yaşı. Teni, varlığı, anlamı, mahiyeti. Giderek ta kendisi. Eski edebiyatta bizatihi sözün kendisi de inci. Ne daha evvel kullanılmış imajlarla, ne de kullanılmamış imajlarla yapabilen divan şairi, ilk bakışta, delinmemiş incinin peşindedir, kullanılmamış imajların. Ama yine de “tanıdık” bir söz denizinin incisini arar. O denizden inciyi bulmak ve çıkarmak apayrı bir maharet, sözün dalgıçlığını ister, ki o da gerçek dalgıçlıktan daha az zor değildir. Tıpkı gerçek dalgıçlar gibi söz dalgıçlarını bekleyen tehlike de vurgun, derinlik sarhoşluğu ve yüzme bildiği halde boğulmaktan ibarettir çünkü. Derin denizlerin bilmediğimiz tehlikeleri hariç.

Fakat her dalıştan inci çıkar mı? Elbet hayır. “İncinin bir başka denizi varsa”, onu bulunamayacağı denizlerde neden aramalı? Ali Ufki ilahilerinden birinde,

Bahr-i umman dürriyem

Yerim mekanım kandedir

Denerek, bu bilinmezliğe bir gönderme mi yapılıyor acaba?

Denizlerden gelen inci yine denizlere gitmeli. Yitebileceği en uygun yer bir suyun kıyısı, bazen havuzlarda yitse de. Sultan İbrahim’e hak vermekle Cemil Meriç ne kadar da haklı, “Balıklara atılmak için yaratılmamış olsaydı, incinin denizlerde ne işi vardı?”

Bir inci damlası. Nelere mal oluyor! Hal böyleyken kimin hakkı?

Ömrünü tehlikeye atan dalgıcın mı?

Erkin ve gücün yeryüzündeki tartışmasız sahibi hükümdarın mı?

Yoksa inciyi daha güzel gösteren güzelin mi?

“Aidiyetindeki hakkaniyet şaibesi”, demiştim başlarken. Hangisine hak etsek inciyi, diğerleri haksız kalıyor. Kalsın. Deniz köpüklerinden doğan Venüs’ü, aşkın ve güzelliğin tanrıçası o güzelim inciyi kucağında Kıbrıs kıyılarına taşıyan istiridye aşkın da adı değil mi? Ve hakkımız olmayanı istemenin bir adı da aşk değil mi? Öyleyse incinin aidiyetinde daima haksız bir taraf bulunacak.

Biz, ekonomik endişesi ağırlıklı hesaplar çıkara duralım.

İnci, susuzluğuyla ağzını Nisan yağmuruna açmışlığının kefaretini ve karnında bir inci büyütmüş olmasının bedelini “kırılmakla” ödeyen istiridyenin hakkı olmuş olmasın sakın?

İstiridyeyi kırmazsan inci çıkaramazsın!

İstiridye kimin?

Denizin.

Ya deniz?

Susalım!

Yorum yapın