Nakş-ı ber-ab

Nazan Bekiroğlu
“Nakş-ı ber-ab”
Ebru. Su üzerine nakış atmanın sırrı. Kendi gibi tarihçesi de suya yazılmış olmalı ki adı, menşei tam olarak çözülmüyor.

Ebr Farsça bir sözcük, bulut. Ebri bulutumsu. Ebru suyun üzerindeki bulutun mütevazı öyküsü. Ya da sevgilinin kaşındaki harikulade kavs. Buluttan yola çıkıp sevgilinin kaşına varan bir yolculuk. Su üzerinde.

Suya atılan nakşı arkasındaki hayattan bağımsız yorumlamanın imkanı yok. O da hat gibi, minyatür gibi, çini, tezhib, nakış gibi soluduğu havanın eseri. Onu da her harfi bekleyen meleklerin beklediği muhakkak. “Aşk Estetiği.”

Ebru aşk, ebruzene göre. Niye? Suya “düştüğünden” mi?

Her aşk gibi o da daha yüksek bir alemden “indiğinden” mi? Yüceliğini bu iniş grameriyle gösterdiğinden ve indiği kalbi geldiği yüceye çektiğinden mi?

Peki ebru suya nereden düşüyor? Ebruzenin yüreğinden? Ebruzenin yüreğine nereden? Sonu yok. İsm-i vahid.

Ebru sır, “hadise can ile canan arasında”. Erbabı, Özbek Şeyhi Hezarfen Edhem Efendi, “ebru sihir gibidir”, demiştir ya, simyası vardır.

Tüm kainatı ve tüm oluşumu özetler ebru. Değil mi ki suya atılan renklere ve biçimlere müdahale bir noktadan sonra imkansızlaşır. Suyun bereketli kucağına düşen bir damla, her şey o damladan olur ebruda, o tek damla sonsuzluğa doğru genişler ve bir noktadan sonra ebru kendi başına buyruktur. Bu yüzden değil mi ki icra ettiği sanatın, arkasındaki hayatla irtibatını sorgulayan, bir başka deyişle onun felsefesini yapmayı ihmal etmeyen ebruzen su üzerinde irade-i cüz’i ile irade-i külli arasındaki rabıtayı hayranlıkla temaşa eder.

Diğer sanatlara göre iyice daralmış bir irade-i cüz’iyye alanı ve ehli olmayanın ebruda tesadüf dediği şey: İrade-i külliye. Tevafukat-i ilahiye.

Dünya, su üzerinde yazı.

Sonra? Asıl yazı, kalıcı yazı.

Ebrunun felsefesi, “Dur geçme ne kadar güzelsin” anı.

Ve bir rüya ebru. Rüya gibi, birbirinin tamamen aynı olan iki ebru yoktur çünkü. Her ebru tektir. Biriciktir. Yeganedir. Tekrarı, çoğaltılması, muhal farz. Bu yanıyla da icra ettiği sanatın tek defalık, bir kereye mahsusluk, yenidenlik vasfına alışkın Müslüman sanatçının özetini verir teknesi karşısında huşu içindeki ebruzen. Öyle olmasaydı Hasan Akay, her birini aşkla okşadığı ebruları “birer defaya mahsus olarak” kendisine armağan eden suda şu mısraları okuyabilir miydi?

İçinde sonsuzun nuru yandıkça

Açılır karanlığın baht-i siyahı

(Serpmeli Battal Ebru) Bütün geleneksel sanatlarda olduğu gibi, ebruzen de suyun üzerine imzasını atmıyor. Suyun derinliklerinde tek bir an’ın daimiliği. Mülk-i mutlak.

Ebru mütevazı, çünkü hattın, nakşın, cildin, tezhibin refakatçisi. Onlar olmaksızın ebrunun anlamı yok. Sessiz çığlık. Suskun çiçek. Alkış hattın. Alkış nakşın. Alkış tezhibin. Ebru sussun. Ebru kendini suya versin. Bağımsız ülke değil çünkü. Ebru bir çerçeve. Hayal koyucu. Sınır yolcusu. Ama ebru ihata edici. Hattı tamamlayıcı, nakşı bütünleyici. Bir Hamid-i Amidi hattının paspartusunda ebru mavi hale. Eflatun seyyale.

Sanatın seyirlik değil de hayatın içinden ve mutlak gerçek için olduğu yerde bu bütünleyicilik ne kadar anlamlı. Hiçbir şey kendisi için değil. Gelenek içinde çerçevelenmesine alıştığımız ebru şimdilerde çerçevelenmiş ve duvarda, artık sadece kendisi için ve kendisinden ibaret. Ah, “Duy ayrılıklardan şikayet eder bu ney!”

Fakat yanılmamalı. Gelenek içinde eşlikçiliği, işlevselliğinin anlamı olan ebrunun lügatçesi var. Ve bu, varlığının garantisi. Lügatçesi varsa dünyası var. Kırmızısı gülbahar, laciverdi çivit, siyahı is, ebrunun. Suyu yağmur, fırçası gül dalı. Tekne açar ebruzen, ebruya başlar. Tekne kapar ebruzen, ebruyu tamamlar.

Ebru. Mülevven ve seyyal. Ve nazlı, çok nazlı. Dokunsanız yok olacak, bütün denge bozulacak. Bir titreyiş, bir ürperti suyun üzerinde. İhmal, tehir, iptal yok lügatinde. Tekne önünde diz çökmezse sudan bir şey çıkaramayacak ebruzen.

Ve bir kez olsun tekne önünde diz çökenin, ebrunun cazibesinden kurtulma şansı yok. Ebru çünkü su çiçeği, alev ateş! Kendi geçse izleri kalacak suyun “yüzünde”. Ab-ru. Ve su, çeker daima. Derin su sarhoşluğu. Değil mi ki bir teknede tutulmuş su bütün suların derinliğine mukabil ehadiyet vasfını tecelli ettiriyor.

Peki suyun neresindeyiz?

Mevlana “su nakış tutmaz diyen bura gelsin”, diyor. Ebru ile tanışmış mıydı? Sanat tarihçisi ebrunun tarihçesi ile Mevlana’nın yaşadığı dönemin verilerini karşılaştıra dursun, su üzerine nakış, ebrudan başka nedir ki?

Nakş-ı ber-ab!

Su nakış tuttu işte. Bura gelin! Bura gelin!

Yorum yapın