Ali Osmanoğlu, ; “Benim Adım Kırmızı Üzerine (Benim Adım Kırmızı ve Nun Masalları)”, Fatih Ün. Bil. Kült. San. Dergisi , sayı 4 , Nisan 99

Ali OSMANOĞLU

“Benim Adım Kırmızı” ve “Nun Masalları”

Yazar, her ne hikmetse eserin sonuna “1990-92,1994-98” şeklinde bir dizi tarih koyuvermiştir. “Kara Kitap”ta, “1985-1989” şeklindeki kesintisiz tarihi anladık da, bu iki yıl ara verilerek tekrar yazılmaya devam edilen romanın sırrını henüz (en azından ben) anlayabilmiş değiliz!

Efendim birinci baskısı Mayıs 1997 tarihinde yapılan “Nun Masalları”nı duymuşsunuzdur herhalde. Değerli yazar, hikayeci ve akademisyen Nazan Bekiroğlu’nun bu eseri, Çoğu 1992-1997 yılları arasında Dergah dergisinde yayınlanan hikayelerden oluşmaktadır. Eserdeki, “Hat ve rasat”, “iri kara bir leke”, “Nakkaşın yazılmadık hikayesi” gibi hikayelerde işlenen konular, “Benim Adım Kırmızı” romanının konusu ile paralellikler taşımaktadır.

Bu paralellikleri şu başlıklarda toplayabiliriz:

1. Nun Masalları’ndaki “Hat ve Rasat” hikayesinde, hatta yeni bir üslup peşindedir: “Kaç zamandır yazmak istiyordu. Şimdiye kadar hiç kimsenin söylemediği şeyleri, hiç kimsenin söylemediği bir biçimde söylemek, yazmak istiyordu, (s.9) ……Tamam dedi kendi kendisine, onu gördüm. Onun ışığında bütün dünyam aydınlandı. Şimdi artık yazabilirim. Çünkü nasıl yazacağımı, hangi biçimde yazacağımı, şimdiye kadar Osmanlı ulema ve üdebası hiç kullanmamış olsa da hangi şekli tutturacağımı biliyorum.” (s. 10)

“Benim Adım Kırmızı”, bir bakıma “üslup” peşinde olan yenilikçi sanatçıların hikayelerinden oluşmaktadır.

2. Nün Masalları’nda, “kalfa”nın ani ölümü ile Pamuk’un eserinde Zarif Efendi’nin ölümü arasında da benzerlik vardır:

“(…) Çocuğunu mahalle mektebine getirip götüren kalfanın ani ölümüyle neden o vakitler o kadar çok sarsılmış olduğunu araştırdı.” s. 11)

3. Nun Masalları’nda da iki farklı dünyaya ait sanat görüşlerinin çatışmasına rastlanır: “Karı-koca çok gençtiler ve gerçeğin ne olduğunu tartışıyorlardı. Kadın, gerçek gönüldedir ve gözle görülmez, diyordu. Erkek ise, gerçek gözle görülür ve bedenleri doyurmaya yarar, diyordu.” (s. 12)

4. Nun Masalları’nda, hattatın padişahla karşılaşması ile Pamuk’un eserinde Kara’nın Enişte’ye ait nakışlarla padişahın huzuruna gitmesi benzerlikler göstermektedir:

“Hattat-rasıt, hiç zorluk çekmeden nedense, padişaha yanaştı. Bu, onu ikinci görüşüydü. Gözlerinin, sararmış bir yüzdeki siyah gözlerinin ta içine bakarak, bu defterlerde hiç kimsenin daha evvel görmediği ve bilmediği şeyler var, dedi ve uzaklaştı.” (Nun Masalları, s. 13, ayrıca s. 48)

“Hazinedarbaşı gözlerimizin içine bakarak şöyle dedi:

“Ne mutlu sizlere ki, Padişahımız Hazretleri, Hazine-i Enderun’a alınmanıza izin verdiler. Kimsenin görmediği kitaplara bakar, altından sayfaları, inanılmaz resimleri seyreder, avcı gibi iz sürersiniz.” (Benim Adım Kırmızı, s. 342)

5. Nun Masalları’nda hiçbir zorlukla karşılaşmadan padişahla görüşebilen hattat (s. 18, 19), bütün gece sabaha kadar padişahın defterlerine bakma imkanı bulur. Gece Kara, kapkara bir ağa kandilleri yakar ve günün ilk ışıkları dökülmeye başlayınca kandilleri aynı kara ağa söndürür, (s. 18, 19) Hattat: “göster, okut defterlerini bana. (…..) Padişah bu sesin büyüsüne dayanamadı ve sonunda peki, dedi, peki. Bütün defterlerimi sana yarın akşam göstereceğim. Bütün gece, sabaha kadar. (Nun Masalları, s. 19)

“Benim Adım Kırmızı”da, s. 339 ile s. 351 arasında cereyan eden olaylar, yukarıdakilerle aynıdır.

Kara, hiçbir engelle karşılaşmadan “padişahın gizli aleminin kalbi Enderun’a kadar” (s. 342) girer. Mangal ve kandilleri acemi oğlanlar taşımaktadır, (s. 343) Kara ve Üstad Osman, padişahın müsadesini alarak kendilerini Hazine Odasına kapatarak sabaha kadar hiç kimsenin ulaşamayacağı el yazması eserlerin nakışlarım seyre koyulurlar, (s. 351)

6. Nun Masalları’nda Frenk işi bir saatten bahsedilir:

“Frenk elçisinin gönderdiği personel saatin sarkacında danseden küçük balerini, harem taşlıklarında eriyerek yanan koca kandillerin gözlerini.” (s. 21)

“Benim Adım Kırmızı”da Hazine Odasındaki saat de “maddi kültür değişimini” yansıtır niteliktedir: “Bu Osmanlı kavuklu adam, belli ki saat çalıştığı zamanlarda, hediyeyi yollayan Habsburg Kralı’yla becerikli saatçisinin bir şakası olarak saat kaçsa, neşeyle başını o kadar sallayarak Padişahınım ve haremdeki karılarını eğlendirecekti.” (s. 373)

Bu kültürel değişim, Nun Masalları’ndaki “Ahter-Suhte, Hu ve Lale” hikayesinde Ön plandadır; “Ertesi günlerde eski padişahın bütün ailesi ve yakınları Beyazıt sarayına gönderildi. Daha ertesi günlerde ise Saray-ı Amire’nin bütün pencerelerinden, İstanbul halkının o güne kadar hiç alışık olmadığı tiz ve değişik perdelerden sesler yükseldi. Sarayın genç kızlarından bir orkestra kurması ve onları eğitmesi için İtalya’dan bir müzik hocası getirtildi.” (s. 50) Hattatlık mesleğinin, yerini matbaaya bırakması (s. 65, s. 78) da bu tür değişimin başka bir yönüdür.

Sanattaki değişim ve Doğu-Batı mukayesesi, Pamuk’un eserinin ana konusunu oluşturmaktadır.

7. Nun Masalları’nda, “Hafız Divanı, Bostan ve Gülistan, Mesnevi, Leylî vü Mecnun, Kaabusname, Çarhname, Tazarruname, Maarifetname, Risale-i Harik” gibi pek çok klâsik eser ismi geçmektedir.

“Benim Adım Kırmızı” romanında da Hüsrev ile Şirin, Kitabu’r-Ruh, îhya-ı Ulum, Acaibü’l-Mahlukat, Nefahatü’l-üns, Şehname, Gülistan, Mahzenü’l-Esrar, Kitabü Ahvalü’l-Kıyamet, Kitabu’r-Ruh, Suyütî, Dürretü’l-Fahire, Baytamame, Kelîle ve Dimne gibi pek çok klâsik eser ismi zikredilmiştir.

8. Her iki eser arasında “kültürel malzeme” ve “tarihi birikim” bakımından da ilginç irtibatlar kurulabilir. Nun Masalları’ndaki: “O, kaleminin, fırçasının, yavru kedinin ense tüylerinden üçü ile elde edilen alet, parmakları arasında alabildiğine kendisinin olduğunu nasıl ve neden hissetmedi?” (s. 109) ifadesi, Pamuk’un eserine şöyle yansımıştır: “(…) her yaz yavrularının kulaklarının içindeki ve enselerindeki tüylerden çeşit çeşit fırçalar yaptığımız tekir kedimiz (….)” (s. 439).

Nazan Bekiroğlu, eserinde bir “Surname” minyatürünü şöyle tasvir eder: “Doğancılar geçiyor serin ve öfkeli kanat çırpıntılarının arasından gururla. Forsalar kır evlerini çekiyor. Çarkıfelekler ve mührüsüleymanlar saçıyor göklere, geceler gündüze dönüşüyor. Yorgancılar, fırıncılar, siraclar, hamlacılar. Elli iki gün süren temaşa. Ak Meydanı, İbrahim Paşa sarayı, hümayun loca.” (s. 99)

“Benim Adım Kırmızı”da adeta sadeleştirilmiş bir Surnâme metni yer almaktadır: “Oraya, At Meydanı’na konmuş yüzlerce kâse pilavı kapışanları ve kızarmış sığırı yağmalarken içinden çıkan tavşanlardan, kuşlardan korkanları gördüm. Tekerlekli bir arabaya binip lonca halinde Padişahımızın önünden geçerken aralarından birini arabaya yatırıp çıplak göğsü üzerindeki köşeli bir örste bakır döverken çekiçleri çıplak adama isabet ettirmeden vuran usta bakırcıları gördüm. (…)” (s. 70)

9. “Nun Masalları”ndaki “Nakkaşın Yazılmadık Hikayesi” (91), bir bakıma Orhan Pamuk’un dışarıda kaldığı ve bir türlü içeriye giremediği engin bir tasavvufî birikime ve yaşantıya dayanmaktadır. Eserin bu bölümünde “ışığın sönmesine dair” (s. 95) ve “nakkaşın yazılmadık hikâyesi” (s. 97) başlıklarında, “nakkaş ve körlük”, “nakşın mahiyeti”, “gölge ve gerçek”, “nakışta boyut ve üslup” gibi, “Benim Adım Kırmızı”daki temel konular irdelenmektedir.

10. Nun Masalları’nda “minyatür” ile “modem resim”, iki farklı dünya görüşü çerçevesinde mukayese edilmektedir:

“Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı. (…) Biz o medeniyeti, o medeniyet bizi sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levni minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk?” (s. 118)

“Benim Adım Kırmızı” romanında, modern resmin dinî mahsurları roman kişilerinden Zeytin tarafından şöyle dile getirilir: “Kıyamet günü musavvirden yarattığı şekillere can vermesi istenecek,” dedim dikkatle. “Ama hiçbir şeyi canlandıramayacağı için cehennem azabına çarptırılacak. Unutmayalım; musavvir Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın sıfatıdır. Yaratıcı olan, olmayanı var eden, cansızı canlandıran Allah’tır. Kimse onunla yarışmaya kalkışmamalı. Ressamların onun yaptığı işi yapmaya kalkışmaları, onun gibi yaratıcı olacaklarını iddia etmeleri en büyük günah.” (s. 185)

Sonuç:
Müstehcenliği hiç, ama hiç yeri yokken, sanki çağdaşlığın bir gereği olarak rastgele sayfalara yaymaya Özen gösteren, sokak argosu ile sözüm ona anlatıma ironik bir vasıf kazandırmaya çalışan Orhan Pamuk, bu konudaki abartıların ve fantazilerin 21. yüzyılda bile tuhaf kaldığının farkındadır sanırım.

“Benim Adım Kırmızı”, aslında Şekure’nin oğlu Orhan’a (ki bu yazarın kendisidir) anlattığı bir hikayeden ibarettir. Orhan, hikayeyi anlatırken mizacını ve üslubunu da anlatıma katmıştır. Bu bakımdan Şekure (elbetteki yazarın görüşü olarak) bizi eserin üslubu konusunda uyarır: “(Orhan) Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara’yı olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor. Şevket’i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan’a. Çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur.” (s. 470)

Sonuç olarak eserin abartıldığı kadar ve “okunmadan” binlerce satılacak kadar başarılı olmadığını söyleyebiliriz. Eserin en önemli özelliği, bir Orhan Pamuk romanı oluşudur. Eserin, ilki 1992 Eylül’ünde Dergah dergisinde yayınlanan Nazan Bekiroğlu’nun hikayeleriyle pek çok noktada benzerlikler taşımasının hikmetim, elbette ki yazarın kendisi de izah etmelidir.

Doğrusu, eskiden romanlar okunur sonra da eşe dosta tavsiye edilirdi. Şimdilerde (belki de sadece Orhan Pamuk için geçerli), önce romanların rekor satışları yapılmakta, ardından bu romanlar (umarız) okunmaktadır.

Yorum yapın