“ÂŞİYAN GÜNLÜĞÜ”
29 Haziran – 3 Temmuz l993, İstanbul
Çok güneşli fakat birden bire hoş bir yağmurla yumuşayan bir haziran gününde; elimde Trabzon’dan bin bir zorlukla ve ‘mutlaka evimin bahçesinden olmalı’ saplantısıyla getirdiğim bir demet hanımeli, ‘Âşiyan yolları‘na tırmanıyorum. İçimde; bahar başlangıcından, Orhan Okay hocamla bir konuşmamızdan bu yana her şey, Nigâr hanıma, dönemin meşhur şâiresine ve onun yaşmaklı otuz yaş güzelliğine doğru akıyor.
Hanımelleri, araya giren gecenin etkisiyle pek de hırpalanmamışlar. İllâ ki hanımeli. Yirmi defter tutarındaki günlüğünün, oğulları tarafından ve Hayatımın Hikâyesi adı altında yeni harflere çevrilen çok cüz’î bir kısmında Nigâr hanım, ‘hanımeli, gönülden sevdiğim bu çiçek’ diyordu, ‘kabrime dikilmesi temennisini tekrarladım. Acaba kimsenin hatırına gelecek mi?’*.
Cemil Meriç hayranları bilirler, içinde, zamana ve mekâna dair biraz ürperiş duyan her okuyucu, o ‘denize atılan şişe’nin kendi kıyısına vurduğu, kendisinin de o ‘meçhul dost’ olduğu vehmine en az bir kez kapılmıştır.
Elimde hanım elleri, Kayalar mezarlığına giriyorum. Her şey çok sakin bir ışık içinde yüzüyor. Mezar taşları arasında, salıncak kuran çocuklar, yaşmaklı, feraceli güzel hanımlar yoksa da, mezarlık bekçileri açık havada mis kokulu bir çay içiyor, kahvaltı ediyorlar.
İstanbul’da, bu gelişimde ikinci günüm. İstanbul zaten apayrı bir hikâye. Akşam Belkıs’la eve giderken, böyle olağan üstü bir dostu hak etmek için ne yaptığımı düşünüyorum, Topkapı’nın yanından geçmişiz. Ona bakmışım, onun için neler neler hissettiğimi ve yaşadığımı düşünmüşüm. Ama bir de fark etmişim ki o, soğuk duvarlarıyla beni hiç bilmiyor, hiç bilmiyor.
Mezarlık bekçileri mis kokulu çayı yudumlamaya devam ediyorlar. Nigâr hanımın mezarını bir bilene sormak elbette mümkün hattâ daha makul. Ama her şey benim içimde başlayıp, benim içimde bitiyor ve ona doğru akıyor. Kendim bulayım istiyorum lâkin bulamıyorum. Elimde bir demet hanımeli, bir hayli ıslanmış, dahası işte tam o yılların epeyce alafranga hassasiyetine yakışır pitorestkte meyus, dolaşıp duruyorum. Mezarlık bekçilerine soruyorum, bilmiyorlar. Ayrılırken, ‘yine bekleriz’, gibi hoş bir temenni de alıyorum, gülümsüyorum.
Nigâr hanımın, yirmi defter olduğunu bildiğim günlüklerini görmek amacıyla Aşiyan’a çıkıyorum. Fikret’in bu yollarda, benim bastığım yerlere basarak neler düşünmüş, son günlerde, kim bilir daha sonraları nedamet duyacağı bir infialle, ‘Sultan’a ne “şeametler” yağdırmış olabileceğini kestirmeye çalışıyorum.
Müzede kocaman, ceviz bir sandığı önümdeki masaya bırakıveriyorlar. Dışarıda kuş cıvıltıları. Onun defterinden ilk satırları okuyorum: ‘l2 kânunısani l3O2“. l3O2. Demek Nigâr hanım 22 yaşında. İlk cümle: ‘Sabahleyin mutadım üzre ilk toilette‘imi yapıp, sütümü içtikden sonra bir buçuk saat kadar piyano talim etdim. Bâdehu validemin odasına gidip…”. İlk cümle. Tılsım bozulmadı, günlükler hâlâ elimin altında. Dokunsam, bir anda altın tozuna filân dönüşeceklerini sanıyordum oysa.
Ama acı bir sürpriz beni bekliyor. Yirmi defter tutarında ve ‘ölümünden elli yıl sonra açılması’ vasiyetiyle geriye bırakılan bu defterlerin, müzeye sadece on üçü teslim edilmiş. Macerasını daha sonraları öğrendiğim bu yedi defterin “yok’luğu, çok ağır bir sancı gibi içime çörekleniyor. Her ne sebeple olursa olsun, artık kendi ferdiyetinden sıyrılıp, bir toplumun varlığına karışan, artık ferdiyetinden dahi sorumlu tutulmaması gereken bir sanatkârın, mutlaka çok dolu olması lâzım gelen günlüklerinin yok edilmesini makul karşılayamıyorum. Çünkü bu milletin sanata ve sanatkâra verdiği değerin hattâ bazen akıl almaz ölçülerde büyüdüğünü çok iyi biliyorum.
Sonra bir yığın fotoğraf. Neredeyse elimi attığım her yerden fotoğraf dökülüyor .Hepsi de Nigâr hanıma ithaflı. Fotoğrafın/resmin, bu kadar akademik bir hüviyet kazandığı eşine az rastlanır bu dönemde, fotoğraf neredeyse bir fetişe dönüşüyor.
Devrin ünlü müsteşriklerinden Rus Madam Gülnar, Nigâr Hanım’a ‘azizem’ hitabıyla başladığı mektuplarından birinde fotoğraf üzerinde garip bir ısrarla durmuyor muydu? Nigâr Hanım’ın gönderdiği ve ‘güzellik cihetiyle’ Nigâr Hanım’ın kendi letafetinden ‘pek dûn’ bulduğu tasvirini ‘güzel bir çerçeve derununa koyup, her gün temaşasıyla mütelezziz olduğunu’ yazmıyor muydu? Bir başka mektubunda kendisi de Nigâr Hanım’a ‘daha net’ bir fotoğraf vaad ederek ondan ‘hemen güzel ve açık kıyafetli resimler‘ istemiyor muydu?
Şübhesiz bu; dönemde gelişen fotoğraf teknolojisi kadar, Ekrem’le yeşeren pitoresk ruhun da ifadesiydi. Ve Ekrem de ‘muhibbe-i vefâdarım, efendim‘ dediği Nigâr hanıma bir fotoğraftan gülümsüyordu. Çok garip ki ben, Ekrem’in gözlerinin yeşil olduğunu ilk defa fark ediyordum.
Sonra Nigâr hanımın kendi fotoğrafları. İhtimal ki Salih Keramet Nigâr’ın el yazısıyla, iç kapağa düşülmüş l939 tarihli bir nottan ‘Macaristan’daki akraba tarafından içi fotoğraf dolu olarak Nigâr Hanım’a hediye edildiğini, sonradan o fotoğraflar çıkarılarak, yerine şâirenin kendi fotoğraflarının koyulduğunu‘ anladığımız, üzeri altın N.H. armalı, çok güzel ve kaliteli bir albüm. O albümde ‘âriyet kitap arasında‘ solmuş çiçekler.
Yirmi dört aded, irili ufaklı, sararmış, dönemin tekniğinden olacak asılları da belli ki kahve tonlarında, bir yığın fotoğraf. Hepsi de Nigâr hanım. Kuşkusuz Nigâr hanım güzeldi, dahası güzelliğinin farkındaydı. “Şâir olmak güzeldir, fakat şiir ilham eden kadın olmak daha güzeldir” anlamında Fransızca bir cümleyi Nigâr hanımın bir başka albümüne yazan Turhan paşadan ne zaman söz açılsa; şâirenin, bu sözü tekrarlaması**, bu farkındalığın verdiği rahatlık ve güvenden kaynaklanıyor olmalıydı.
Eldivenli, bilezikli, saatli; boynu zincirli, kolyeli, kürklü, volan yakalı; bir örtünme vasıtasından çok daha fazla, cazibedar bir aksesuar olarak hotozlu, yaşmaklı, nitekim başı açık, şapkalı, saçı topuzlu; feraceli, kadife, saten, krep -Ruşen Eşref’e bakılırsa hepsini de keendisinin diktiği- tuvaletli, hattâ binici kıyafetli; önden, profilden, yarı dönmüş sırt hizasından alınmış bir yığın fotoğraf.
Hepsinin gözlerinde sonsuzluğa mahkûm edilmiş ama güzelliğinin farkında bir kadının tehlikeli biçimde kendisine güvenini, sanatkâr ve olgun bir mizaç ve eğitilmişlikle dengeleyen, mükemmel ve aradığınız her anlamı çıkarabileceğiniz bir bakış.
Dahası, arka sahifelerden birinde nedense hep Ekrem’e ‘yatağında kitap okuyan kadın‘ imajını ilham ettiğine inanmak istediğim, ceviz bir karyolada uzanmış kitap okur vaziyette küçük, güzeller güzeli bir poz.
Ve en arkada, en altta; aynı karyolada, belki, kendisini ölümle daha 54. yaşında iken kucaklaştıracak ‘lekeli humma’nın ilk günlerinde, henüz Şişli Etfal Hastahanesi’ne kaldırılmadığı sıralarda, oldukça erimiş, soluk fotoğraflarda dahi soluk, garip bir anı.
Sekiz yapraklı bu albüm bana bir ömrün hülâsası gibi geliyor.
İstanbul’da müze müze, kütüphane kütüphane dolaşıyorum. Çoğu zaman Fatma da yanımda. Her şey ışıklı bir akış içinde. Dahası, beni son derece heyecanlandıran bir şey oluyor ve devrin ünlü ve muhtelif şahsiyetleri tarafından Nigâr Hanım’a hitaben yazılmış kırk civarında mektubun/kartın örneğini alma imkânına kavuşuyorum. Bir yığın güzel insanla tanışıyorum, konuşuyorum. Taha Toros, başlı başına bir hazine, gözlerim kamaşıyor.
İstanbul’da son günüm, dışarıda zamansız bir güz aldatmacası. Güzelim Topkapı’nun önünden bir kez daha geçiyorum. Olanca yoğunluğun ve yorgunluğun arkasından, günlüğümde bu sahifeyi açıyorum, bu satırları karalamaya başlıyorum. Eşine ancak l9.asırlarda rastlanabilecek bir saz eseri piyano-alaturka duyuluyor, belki hâlâ gemiler geçmeyen bir ummanda o besteler çalınıyor.
Aşağıda okuyacağınız satırlar, şimdi benim kendi günlüğümle iç içe okuduğum, yazdığım, yaşadığım; kısmet olursa, meraklıları ile paylaşmayı düşlediğim; bir kısmı ‘kayıp’ yoğun bir yaşam manzumesinin ‘zabta geçirilmiş’ ilk sahifeleri. Dilerim Kayalar Mezarlığında hanım elleri solmasın.
_____________________________________
*Nigâr Binti Osman,Hayatımın Hikâyesi (oğulları tarafından hazırlanmıştır), Ekin Bas. İstanbul l959, s.84.
**Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, Haz.Hikmet Dizdaroğlu, MEB Yay. İstanbul l989, s.26O.